BABYLON – İNCELEME

Sergio Leone, sinemaya bakışını açıklarken şu sözleri kullanmıştı: Hayatım, okumalarım, benimle ilgili her şey sinema etrafında dönüyor. Yani benim için sinema hayattır veya tam tersidir. Sergio Leone Açık söyleyeyim, Damien Chazelle adını ben de herkes gibi Whiplash filminin inanılmaz başarısının ardından duymuştum. İlk filmi olan Guy and Madeline on a Park Bench’i duymamış veya izlememiştim. Bunun sebebi müzikal filmlerin genel manasıyla tarzıma hitap etmeyişi de olabilir elbette. Ancak Whiplash’i izledikten sonra, filmin etkisi suratıma tokat gibi çarpmış, sahnelerin beynimde yarattığı -çoğu zaman öforik- duygu patlamaları bir anda Chazelle ismini takip altına almamı sağlamıştı. Ardından La La Land geldi, kendi adıma vasatın bir tık üstü bulduğum bu film, sinema izleyicisi tarafından olağanüstü tepkilerle beğenilmiş, aylarca konuşulmuş ve Chazelle’in hayran kitlesini daha da arttırmıştı. Evet, La La Land güzel bir filmdi, ama müzikaldi işte ve sanırım Chazelle’in tarzı buydu. Çünkü La La Land ile birlikte 3. uzun metraj filminde de müzik temalı […]

BABYLON – İNCELEME
İçindekiler

Sergio Leone, sinemaya bakışını açıklarken şu sözleri kullanmıştı:

Hayatım, okumalarım, benimle ilgili her şey sinema etrafında dönüyor. Yani benim için sinema hayattır veya tam tersidir.

Sergio Leone

Açık söyleyeyim, Damien Chazelle adını ben de herkes gibi Whiplash filminin inanılmaz başarısının ardından duymuştum. İlk filmi olan Guy and Madeline on a Park Bench’i duymamış veya izlememiştim. Bunun sebebi müzikal filmlerin genel manasıyla tarzıma hitap etmeyişi de olabilir elbette. Ancak Whiplash’i izledikten sonra, filmin etkisi suratıma tokat gibi çarpmış, sahnelerin beynimde yarattığı -çoğu zaman öforik- duygu patlamaları bir anda Chazelle ismini takip altına almamı sağlamıştı. Ardından La La Land geldi, kendi adıma vasatın bir tık üstü bulduğum bu film, sinema izleyicisi tarafından olağanüstü tepkilerle beğenilmiş, aylarca konuşulmuş ve Chazelle’in hayran kitlesini daha da arttırmıştı. Evet, La La Land güzel bir filmdi, ama müzikaldi işte ve sanırım Chazelle’in tarzı buydu. Çünkü La La Land ile birlikte 3. uzun metraj filminde de müzik temalı filmler yapmayı tercih etmişti. Yeni bir Baz Luhrmann doğuyor gibi düşünmüştüm. Ama yanıldığımı bir sonraki filmi First Man ile idrak ettim. Chazelle farklı bir tarz deniyordu, bir biyografi filmi çekiyor ve kendisine de uzay temasını merkez ediniyordu. First Man ilk 3 filmi kadar iyi tepkiler almadı izleyicisi tarafından, belki de ilk üç filminin temasının yaratmış olduğu çok spesifik fan kitlesinin beklentilerini karşılayamadığı içindi bu. Ancak bu filmi çekme kararı belki de bugün Babylon adı verilen şaheseri, Chazelle’in en iyi işini izlememize ön ayak olan cesur bir adımdı. Çünkü Babylon filmini izledikten ve sindirdikten sonra, üzerinden 24 saat geçmiş olmasına rağmen hatırladığım görkemli sahnelerinden yola çıkarak söyleyebilirim ki Damien Chazelle tek bir tarza sığamayacak kadar büyük ve yaratıcı bir yönetmen.

Margot Robbie ve Brad Pitt isimleri tek başına Babylon filminin gişe hasılatlarını zaten yapımcı şirketin beklentileri doğrultusunda karşılamaya yetecekti. Filmin konusu da kağıt üzerinde hiç fena durmazken, böyle bir film için – özellikle Hollywood gibi bir endüstriyi göz önüne alırsak – risk almaya değmezdi. Birkaç klişe senaryo kurgusu, Oscar almaya yetecek kadar formülize edilmiş sinematografi ve oyunculuklar, eli yüzü düzgün bir yönetmenlik ve ekstra birkaç gösterişli sahne, Babylon’un Oscar 2023’e damga vurmasına yeter de artardı. La La Land aşağı yukarı aynı formülle çalışmıştı çünkü.

Ama böyle olmadı, iyi ki de olmadı. Babylon öyle bir -neredeyse- 30 dakikalık bir açılış sahnesiyle başladı ki, Gaspar Noe’nun Climax’inden bu yana beyaz perdede bu kadar gösterişli bir açılış izlemediğimi hatırladım. Her tarafı stilize, her tarafı detay dolu, bir an bile durmayan hareketli kameranın kusursuz kullanımı, karakterler arasındaki seri ama seyirciyi yormayan yumuşak geçişler, fikirlerin ardı ardına sunumu… Babylon çok görkemliydi. Ve filmin 3 saat boyunca bizlere neler anlatacağını filmin adını gördüğümüzde bittiğini anladığımız açılış sahnesiyle öyle güzel açıkladı ki Chazelle, daha 30. dakikada çok özel bir şey izlediğimi az çok tahmin edebilir hale geldim. Babylon, 3 ana karakterin paralel ve kimi zaman kesişen hikayelerinin sessiz sinemadan sesli sinemaya geçiş sırasında Hollywood setleri arasında anlatıldığı bir görsel/işitsel şölen.

Filmin temposu o kadar dozunda ayarlanmış ve aksamıyor ki, filmin su gibi akıp geçtiği anlarda senaryonun da ne kadar sofistike bir şekilde işlendiği de hemen fark edilebiliyor. Sessiz sinema zamanlarındaki set koşulları, sinemaya yaklaşımlar, yönetmenlerin ve yapımcıların sinemaya ve izleyicilerine neler sundukları, izleyicinin de bu sessiz görsel anlatıdan neler bekledikleri filmin ilk yarısı dahilinde çok eğlenceli, çok renkli ve dolu dolu, filmin tonuna tamamen uyumlu müziklerle muazzam anlatılıyor. Oyuncuların yalnızca fiziksel özellikleriyle, abartılı mimikleri ve şaşalı kıyafetleriyle var olabildikleri, yeri geldiğinde pornografik, yeri geldiğinde vahşet dolu ve çoğu zaman olabildiğince tanıdığımız bildiğimiz Hollywood, ama sessiz. Film bu anlarda sanki tarihsel bir anlatı yakalıyor, eğlenceli karakterleri ve girift hikayeleriyle tempoyu tamamen yukarıda tutuyor. Aynı zamanda olağanüstü sahne tasarımları, kostümleri ve kamera kullanımıyla hem Hollywood setlerinde hem de Los Angeles partilerinde izleyicisine görsel bir şölen yaşatıyor.

Sonra sinemanın ilk devrimi geliyor: filmlerde ses kullanımı. Ve her şey değişiyor. Babylon filminin tüm anlatı inşası dahil.

Sinemada sesin icadının ardından bilinen tüm ezberler bozuluyor. Oyunculuğa dair tüm geliştirilmiş metotlar yıkılıyor, senaryo teknikleri baştan aşağı yenileniyor ve setlerin yapısı da tümden sıfırlanıyor. Artık oyunculukta görünüş kadar ses, tonlama ve vurgu da önem kazanmaya başlıyor, senaryolarda artık “ara metinler”de o kadar önem verilmeyen diyalogların yazımına dikkat edilmeye başlanıyor ve en önemlisi artık setler kaostan tamamen uzak, hatta zıttı şekilde kapalı (tamamen sessiz) alanlara taşınıyor. Chazelle’in dönem filmine konu olarak özellikle bu geçiş dönemini seçmesi elbette izlemesi merak uyandırıcı ve eğlenceli olmuş. Ancak Chazelle bundan daha fazlasını istiyor, çünkü bu film baştan aşağı sinemaya aşık bir adamın tasarlamış olduğu bir haykırış.

İkinci yarıda tempo biraz daha yavaşlıyor, filmin eğlenceli anları kendisini yavaş yavaş kara mizaha teslim ediyor ve karakterleri artık “ikon”lar olmaktan çıkıp daha kanlı canlı, yaşayan bir forma bürünüyor. Çünkü anlatı ikinci yarıdan itibaren bir sektör -özellikle Hollywood- taşlaması ve sinema tutkusu barındırıyor. Sessiz sinemada da var olan ancak sesli sinemaya geçişin ardından seyircinin sinemaya daha da etki edebilir olduğunu fark etmesiyle beraber yapımcı şirketlerin daha fazla kâr odaklı düşünmesi sonucunda ortaya çıkan “öğütücü, sömürücü” atmosfer karakterleri dibe doğru çekmeye başlıyor. Margot Robbie’nin canlandırdığı Nellie LaRoy karakteri bu geçiş döneminde öğütülüp kenara atılan ve hayatları paramparça edilen tüm “ikon” aktrislerin sesi haline bürünüyor; hatta elit yapımcıların üzerine kusturuluyor. Aynı şekilde Brad Pitt’in canlandırdığı Jack Conrad karakteri de aynı şekilde sesli sinema döneminde tutunamayan yakışıklı aktörlerin sesi haline geliyor, yine sektör tarafından nankörce saha dışına itilmesinin ardından trajik bir şekilde sonlandırılıyor. Genç, hevesli, sinema yapma aşkıyla yanıp tutuşan hırslı yönetmen Manny Torres ise yapımcılar tarafından manipüle ediliyor, kullanılıyor ve kukla ediliyor. Film ikinci yarısı itibariyle Hollywood ve dönemin Los Angeles sosyetesinin dibe batmışlığıyla satirik bir şekilde alay ediyor, bunu yaparken döneme ait sosyolojik problemlerin (ırkçılık, kadının toplumdaki yeri, uyuşturucu, seks partileri ve kumar) üzerine de gösterişli, dokunaklı ve öfke dolu şekilde basıyor. Çünkü Chazelle için bu fazlasıyla kişisel bir film, hatta belki de çoğu zaman karakterleri vasıtasıyla sektöre, izleyiciye ve sinemaya haykırdığı bir film.

Gerçekten Babylon’un her sahnesiyle idrak ediyoruz ki, bu filmi gerçekten sinemayı delicesine seven, film yapma arzusuyla ölüp biten birisi çekebilirdi. Damien Chazelle, Babylon filmiyle çoğu eleştirmenin ve izleyicinin de dile getirdiği gibi, sinemaya bir aşk mektubu yazmış ve onu da öylesine ihtişamlı, sofistike, eğlenceli, dramatik, vahşi, tempolu, komik, romantik, gergin, müzik dolu, biyografik, tarihsel şekilde yapmış ki, Babylon sinemanın ta kendisi. İçerisinde sinemaya dair her şeyi barındıran, (tekrar tekrar izlemek için can attığım) birkaç dakikalık hafızalara kazınan final sahnesiyle de tüm sinema efsanelerinin ve filmlerinin önünde ceketini ilikleyip saygıyla eğilen, çok uzun süre hafızalardaki yerini sağlam tutacak olgun, stilize ve ölümsüz bir iş. Damien Chazelle çıtayı o kadar yükseğe koyuyor ki, belki de artık kendisi bile bu çıtanın altında ezilecek. Ama önemi yok, çünkü Babylon kendi başına ayakta duracak ölümsüz bir sinema kulesi, bir saygı duruşu, bir aşk mektubu.

Puan

10/10

User Review

0/10 (0 votes)

Benzer Yazılar

Bir Devin Ardından: Donald Sutherland (1934-2024)

FİLMLER 2 ay önce

İçindekilerKaynaklar Sanırım Donald Sutherland’i ilk kez Sylvester Stallone’nin Hürkan (Lock Up, 1989) filminde izledim, 90’ların başı olmalı. Hürkan’ın video kasetini kiralayıp defalarca seyretmiştim, Sutherland o filmde psikopat cezaevi müdürü Drumgoole’u oynuyordu. Zamanla sayısız örneğini başarıyla sunduğunu öğreneceğim gaddar, insafsız adam rollerinden biriydi. Donald Sutherland bu tip karakterleri özel dikim bir kıyafet gibi üstüne geçirmekte hiçbir sıkıntı çekmiyordu, rolüyle bütünleştiğini hissediyordunuz. Sinemada seyrettiğim ilk filmi Uzay Kovboyları (Space Cowboys, 2000) olmalı. Sonraları sinema tarihinin klasiklerini toplayıp seyretmeye başladığımda birdenbire çok sık karşıma çıkan bir isim olmaya başladı. En özgün savaş filmlerinden, gişe canavarı 12 Kahraman Haydut (The Dirty Dozen, 1967), Robert Altman’ın hınzır komedisi Cephede Eğlence (MASH, 1970), Clint Eastwood’lu Çılgın Savaşçılar (Kelly’s Heroes, 1970), savaş-karşıtı filmlerin en iyi ve en yaratıcı örneklerinden Johnny Got His Gun (1971), Jane Fonda ile karşılıklı döktürdükleri neo-noir Klute (Fahişe, 1971), evlat acısını kalbimize kazıdığı Karanlığın Gölgesi (Don’t Look Now, 1973), John Schlesinger’in şaşırtıcı çalışması […]

Her Platforma Üye Olmak Zorunda Mıyız?

FİLMLER 2 ay önce

İçindekilerLisans Anlaşmaları ve Jeo-Bloklama: Kullanıcının Kafasını Karıştıran İkili Pazar sabahı, elimde kahvem, kanepede yayıldım ve dedim ki, “Bugün tam film izlemelik bir gün!” İşim gereği, neredeyse her platforma üyeyim: Netflix, Amazon Prime, Disney+, BluTV, Gain, Exxen… Neredeyse yok yok! Ama gelin görün ki, her ay tonla para bayıldığım bu platformlarda aradığım, izlemek istediğim filmi bulamıyorum! Her seferinde aynı sonuç, filmi bulduğum yer yine Stremio! Evet, Stremio’nun yasal olmadığını biliyorum. Ama bahis reklamlı korsan sitelerin kucağına düşmekten iyidir herhalde. Peki, bu kadar çok dijital platforma üye olduğumuz halde aradığımız filmi-diziyi neden bulamıyoruz? Gelin bu birinci dünya derdine biraz daha üzülelim. 2010’ların başında Netflix’in küresel başarıya ulaşmasıyla dijital içerik devrimi başladı. Netflix, kullanıcılarına geniş bir içerik yelpazesi sundu ve tek bir abonelikle sayısız film ve diziye erişim imkanı tanıdı. O zamanlar her şey güzeldi. Ancak ne olduysa, büyük içerik üreticileri ve dağıtımcıları kısa sürede bu modelin avantajlarını fark etti ve herkes kendi […]

Ronin (1998) – Öteki Sinema

FİLMLER 2 ay önce

İçindekilerKAYNAKLAR “Ronin toprağı veya efendisi olmayan köylü asker ya da samuraylara denirdi. Onlar onurlarını ya da efendilerini yitirdiklerinden ülkede durmadan dolaşır ve başka bir lord kendilerini yanma alana dek geçinmeye çalışırlardı. Bir Ronin’in yeni iş bulması da çok zordu.”Şogun Brian De Palma’nın yönettiği Görevimiz Tehlike’nin (Mission: Impossible, 1996) 450 milyon dolarlık vizyon geliriyle o yılın dünya çapında en büyük gişe başarısını elde etmesinin ardından (Tom Cruise’un sadece bu filmden o tarihte tek başına 20 milyon dolar kazandığı söylenir) benzer temaları (casusluk, karşı-casusluk ve önemli bir nesneyi/cihazı/silahı ya da bilgiyi ele geçirme) ele alan yapımların sayısı artmaya başladı, Enemy of the State (Devlet Düşmanı, 1998) ile Ronin’in (1998) bu dönemin öne çıkan filmleri olduğunu söyleyebilirim. Ronin’i kült mertebesine çıkaran birkaç temel özelliği var. Öncelikle olağanüstü bir kadrosu olduğunu söylemem lazım. Yönetmen koltuğunda gerilim (Seven Days in May, 52 Pick-Up), aksiyon (The Train), suç (Black Sunday, French Connection II) ve casusluk (The […]

0 Yorum

Yorum Yaz

Rastgele

Web sitemiz, gezinme deneyiminizi ve ilgili bilgileri sağlamak için çerezleri kullanır. Web sitemizi kullanmaya devam etmeden önce, şunları kabul etmiş olursunuz.