BARBIE – İNCELEME

Ama… Barbie, genellikle kadınların bağımsız ve özgür dünyalarını sağlam ve doğru feminizm çerçevesi içerisinde bizlere sunmayı sevip benimseyen ve son dönemlerde bu konuda adını geniş kitlelere fazlasıyla duyuran Amerikalı oyuncu, senarist ve yönetmen Greta Gerwig’in son filmi. Tarzı, yer yer kör göze parmak niteliğinde barizleşen basit mesajları sebebiyle bana çok hitap etmese de bu kesinlikle başarılı olduğu ve kendine kemik bir hayran kitlesi edindiği gerçeğini değiştirmiyor. Noah Baumbach ile beraber çıkardıkları son işleri olan Barbie de bana kalırsa başarılı denebilecek ama aynı zamanda yine hangi kitleye hitap edeceğini karıştırmış ve yine kör göze parmak sokan bir iş niteliğinde. Christopher Nolan’ın Tenet filmini pandemi zamanında verdiği emeğe karşılık haklı bir isyanla dijital platformlar yerine sinemada vizyona sokmasını ve akabinde gelişen sorunları belki hatırlarsınız. Bu sorunlar temelde Nolan’ın çalıştığı ünlü yapım şirketinden ayrılması olarak özetlenebilir aslında. Bu şirketin son dönemlerde yeniden Nolan’a götürdüğü teklifler ve hepsinin reddedilişi sonucunda da ortaya Nolan’ın Oppenheimer’ına […]

BARBIE – İNCELEME

Ama…

Barbie, genellikle kadınların bağımsız ve özgür dünyalarını sağlam ve doğru feminizm çerçevesi içerisinde bizlere sunmayı sevip benimseyen ve son dönemlerde bu konuda adını geniş kitlelere fazlasıyla duyuran Amerikalı oyuncu, senarist ve yönetmen Greta Gerwig’in son filmi. Tarzı, yer yer kör göze parmak niteliğinde barizleşen basit mesajları sebebiyle bana çok hitap etmese de bu kesinlikle başarılı olduğu ve kendine kemik bir hayran kitlesi edindiği gerçeğini değiştirmiyor. Noah Baumbach ile beraber çıkardıkları son işleri olan Barbie de bana kalırsa başarılı denebilecek ama aynı zamanda yine hangi kitleye hitap edeceğini karıştırmış ve yine kör göze parmak sokan bir iş niteliğinde.

Christopher Nolan’ın Tenet filmini pandemi zamanında verdiği emeğe karşılık haklı bir isyanla dijital platformlar yerine sinemada vizyona sokmasını ve akabinde gelişen sorunları belki hatırlarsınız. Bu sorunlar temelde Nolan’ın çalıştığı ünlü yapım şirketinden ayrılması olarak özetlenebilir aslında. Bu şirketin son dönemlerde yeniden Nolan’a götürdüğü teklifler ve hepsinin reddedilişi sonucunda da ortaya Nolan’ın Oppenheimer’ına sanki karşı bir filmmiş gibi ortaya çıkarılan, inanılmaz pr ve kampanyalarla aynı tarihte vizyona sokulan Barbie vs Oppenheimer durumu çıkmış oldu. Barbie’nin hangi yapım şirketi/stüdyo tarafından çekildiğini söylememe de gerek olmadığını düşünüyorum.

Barbie’ye sıfır ön yargıyla gittim desem sanırım yalan olmaz. Fakat öncesinde gittiğim Oppenheimer’ın salonuna yürürken her yerde birbirinin kopyası şekilde pembe kıyafetlerle gezen insanları görünce garipsemediğimi de söyleyemem. Filmi izlemeden yorumlarına bakınca insanların ağlamaklı ifadelerle ‘verdiği alt metin çok güzeeel’ tarzı cümleler kurduğunu görmemle de iyice olumlu şekilde donanıp filme gittim.

Film güzel, ama üstüne düşününce bir tuhaflık var ve birçok ‘ama’ barındırıyor.

En temel noktada film Feminizm 101 olarak nitelendirebileceğimiz bir yapıda ilerliyor. Hitap ettiği seyirci kitlesini daha geniş tutmak ve feminizm hakkında hiçbir fikri olmayan insanlara düzgünce anlatabilmek adına çekildiği çok bariz diye düşünürken sonrasında konuştuğum arkadaşlarım tarafından asla aynı ve net şekilde anlaşılmadığını fark ettim. Tesadüfen filmi izleyen 16, 27 ve 30’lu yaşlardaki insanlarla sohbet ederken hepsinin filmi en ucundan bir yerden yakaladıklarını fark ettim. Filmdeki alt metin harika cümlesini alt metni dahi anlayamayarak söyleyen, sıkıldım saçmaydı diyen ve çok temiz temel bir feminizm filmi diyen kişiler sonucu açıkçası filmin neyi nasıl anlatmak istediğine ben de biraz soru işaretli yaklaşmaya başladım. İzleyen herkes oldukça uç fikirler çıkarmışken normal olarak anlatılanı anlayan izleyici sayısı çok az ve bu da temelde hikâye anlatımını aslında iyi yerine vasat bir hale getiriyor. Veya belki de zaten anlaşılmasının daha güç olması amaçlanan bir yapım saçma sapan reklam ve yönlendirmelerle genel izleyici kitlesine yayılınca bu tarzda farklı uç yorumlar çıkabiliyor. Yani Climax’ten çıktıktan sonra ‘tek bir şey kesinlikle doğru ki uyuşturucu kullanmayacaksın aga’ tarzında yorumlar bile ortalıkta dolaşırken Barbie’yi asla anlamayan bir tayfa bile mevcut.

Filme genel olarak bakarsak hikâye aslında anlatılabilecek en iyi ve eğlenceli şekilde anlatılmış. Filmin girişi de inanılmaz başarılıydı mesela; ölümü düşünen Barbie… Sosyal medyada linçlenmesine rağmen role çok yakıştırdığım Ryan Gosling -ki kendisi evinde yüz üstü saçma sapan atılmış bir Ken bebeği gördükten sonra hadi bakalım anlatılsın hikayesi düşüncesiyle isteyerek oynamış-, Mattel’in erkek patronlarının skandal konuşmaları ve her yaştan insanın Barbie’lerle oynaması fikirleri ve arkadaşımın duygulanarak söylediği ‘hepimizde var olan mahvettiğimiz bebeği de koymuşlar’daki Kate McKinnon’un canlandırdığı Barbie harika. İşlerin içine kurtarılacak kahraman ve kurtarıcı genç kız girdiğinde saçma Black Mirror bölümlerine bağlanacağını düşünüp yapımlara sinir olsam da buradaki anne kızın olayı bağlamaları oldukça başarılı kotarılmış. Gitar sahnesiyle kadınları etkilemeye çalışan saçma sapan tipler ve Ken’lerin bunu sunuş şekli, sahilde durma muhabbetleri de komikliğinin yanında inanılmaz gerçekçiydi.

Sonuç olarak gel gelelim ortada cidden bir ‘ama’ sorusu dolaşmıyor değil.

Ben bu filmin sonunda Barbie algısının tamamen yerle bir edilmesini bekleyen biriydim, Barbie’lerle büyümüş olmama rağmen. Oynama işini fazla sevmesek bile kıyafet dikerek dahi hayatımızın büyük bölümüne çoğumuz koyduk çünkü Barbie’leri. Yan yana dizilen yüz bebekten gözü şaşı olmayanı daha iyi güleni falan aradık (ya da ben arıyordum). Çoğumuzda Ken de yoktu zaten. Hep bir Barbie’si olsun isteyen, odasını yapıştırmalarıyla süsleyen arkadaşıma para biriktirip Barbie almışlığım var hala da saklıyordu 15 sene geçti. Bir şekilde ailelere de kendini sevdirdiğinden ve asla kötü örnek olarak görülemediğinden veya belki de görülmek istenmediğinden dolayı sürekli satmaya devam eden bir oyuncak oldu Barbie. Rakiplerine rağmen hep piyasada başı çekti. Animasyonları defalarca izlendi.

Ve ben yine de Barbie algısının tamamen yıkılmasını bekledim. Film o şekilde gidecek sandım fakat yapımcı şirkette Mattel ismini görünce bu filmin anlatmak istediği onca güce rağmen yine de üzücü bir ticari çalışma olacağını fark ettim. Barbie ve Ken kendi benliklerini bulup özel olduklarını fark ettiler. Her Barbie özeldir herkes Barbie’dir Barbie’ler doğaldır tarzı birçok konuşma sonucunda Barbie algısı yıkılmak yerine selülitli doğal Barbie üretilme kararı ortaya atıldı. Yine para kazanılacak bir fikir tabi ki. O kadar pembeyle dalga geçiş ve herkesin özel oluşu tamamen unutuldu ve herkes çeşitli markaların 10 parça kapsül koleksiyonunu giyip aynı şekilde gezdi ve herkes filmi pembeler içinde izlemeye devam etti. Kapsül koleksiyonda yine topuklu ayakkabı üretildi. Ama buradaki temel nokta zaten markalaşmanın hızı ve sömürüsü. Düz terlikler de Barbie iş birliğine girişmemeli temelde. Barbie, Barbieland’den çıktı fakat gerçek dünyanın Barbie’si şeklinde davranmaya başladı. Keşke algıyı tamamen değiştirselerdi veya yapımcılardan biri Mattel olmasaydı ve daha cesur karanlık bir film izlemiş olabilseydik.

Sonuç olarak; güzel bir prodüksiyonla çekildi ama karmaşık oldu.

Karakterler çok güzel işlenmeye başlandı; ama ticari materyallere dönüştü.

Barbie’lerle oynamanın yaşı yoktur dendi ama belli yaşa zorla hitap ettirilen koleksiyonlar üretildi.

Yine de güzel bir film. Bir şeyler yapmaya çalışıyor. Saçma sapan gişe kıyaslarına kurban etmeden ön yargısız izlenmesi gereken eğlenceli bir iş.

Benzer Yazılar

Bir Devin Ardından: Donald Sutherland (1934-2024)

FİLMLER 2 ay önce

İçindekilerKaynaklar Sanırım Donald Sutherland’i ilk kez Sylvester Stallone’nin Hürkan (Lock Up, 1989) filminde izledim, 90’ların başı olmalı. Hürkan’ın video kasetini kiralayıp defalarca seyretmiştim, Sutherland o filmde psikopat cezaevi müdürü Drumgoole’u oynuyordu. Zamanla sayısız örneğini başarıyla sunduğunu öğreneceğim gaddar, insafsız adam rollerinden biriydi. Donald Sutherland bu tip karakterleri özel dikim bir kıyafet gibi üstüne geçirmekte hiçbir sıkıntı çekmiyordu, rolüyle bütünleştiğini hissediyordunuz. Sinemada seyrettiğim ilk filmi Uzay Kovboyları (Space Cowboys, 2000) olmalı. Sonraları sinema tarihinin klasiklerini toplayıp seyretmeye başladığımda birdenbire çok sık karşıma çıkan bir isim olmaya başladı. En özgün savaş filmlerinden, gişe canavarı 12 Kahraman Haydut (The Dirty Dozen, 1967), Robert Altman’ın hınzır komedisi Cephede Eğlence (MASH, 1970), Clint Eastwood’lu Çılgın Savaşçılar (Kelly’s Heroes, 1970), savaş-karşıtı filmlerin en iyi ve en yaratıcı örneklerinden Johnny Got His Gun (1971), Jane Fonda ile karşılıklı döktürdükleri neo-noir Klute (Fahişe, 1971), evlat acısını kalbimize kazıdığı Karanlığın Gölgesi (Don’t Look Now, 1973), John Schlesinger’in şaşırtıcı çalışması […]

Her Platforma Üye Olmak Zorunda Mıyız?

FİLMLER 2 ay önce

İçindekilerLisans Anlaşmaları ve Jeo-Bloklama: Kullanıcının Kafasını Karıştıran İkili Pazar sabahı, elimde kahvem, kanepede yayıldım ve dedim ki, “Bugün tam film izlemelik bir gün!” İşim gereği, neredeyse her platforma üyeyim: Netflix, Amazon Prime, Disney+, BluTV, Gain, Exxen… Neredeyse yok yok! Ama gelin görün ki, her ay tonla para bayıldığım bu platformlarda aradığım, izlemek istediğim filmi bulamıyorum! Her seferinde aynı sonuç, filmi bulduğum yer yine Stremio! Evet, Stremio’nun yasal olmadığını biliyorum. Ama bahis reklamlı korsan sitelerin kucağına düşmekten iyidir herhalde. Peki, bu kadar çok dijital platforma üye olduğumuz halde aradığımız filmi-diziyi neden bulamıyoruz? Gelin bu birinci dünya derdine biraz daha üzülelim. 2010’ların başında Netflix’in küresel başarıya ulaşmasıyla dijital içerik devrimi başladı. Netflix, kullanıcılarına geniş bir içerik yelpazesi sundu ve tek bir abonelikle sayısız film ve diziye erişim imkanı tanıdı. O zamanlar her şey güzeldi. Ancak ne olduysa, büyük içerik üreticileri ve dağıtımcıları kısa sürede bu modelin avantajlarını fark etti ve herkes kendi […]

Ronin (1998) – Öteki Sinema

FİLMLER 2 ay önce

İçindekilerKAYNAKLAR “Ronin toprağı veya efendisi olmayan köylü asker ya da samuraylara denirdi. Onlar onurlarını ya da efendilerini yitirdiklerinden ülkede durmadan dolaşır ve başka bir lord kendilerini yanma alana dek geçinmeye çalışırlardı. Bir Ronin’in yeni iş bulması da çok zordu.”Şogun Brian De Palma’nın yönettiği Görevimiz Tehlike’nin (Mission: Impossible, 1996) 450 milyon dolarlık vizyon geliriyle o yılın dünya çapında en büyük gişe başarısını elde etmesinin ardından (Tom Cruise’un sadece bu filmden o tarihte tek başına 20 milyon dolar kazandığı söylenir) benzer temaları (casusluk, karşı-casusluk ve önemli bir nesneyi/cihazı/silahı ya da bilgiyi ele geçirme) ele alan yapımların sayısı artmaya başladı, Enemy of the State (Devlet Düşmanı, 1998) ile Ronin’in (1998) bu dönemin öne çıkan filmleri olduğunu söyleyebilirim. Ronin’i kült mertebesine çıkaran birkaç temel özelliği var. Öncelikle olağanüstü bir kadrosu olduğunu söylemem lazım. Yönetmen koltuğunda gerilim (Seven Days in May, 52 Pick-Up), aksiyon (The Train), suç (Black Sunday, French Connection II) ve casusluk (The […]

0 Yorum

Yorum Yaz

Rastgele

Web sitemiz, gezinme deneyiminizi ve ilgili bilgileri sağlamak için çerezleri kullanır. Web sitemizi kullanmaya devam etmeden önce, şunları kabul etmiş olursunuz.