10 sene önce, tam bugünlerde, Öteki Sinema’ya Cannes 2014 başlıklı, epey heyecanlı ve naif bir yazı yazmışım. Şimdi denk geldi, 10 sene sonra, geçen hafta tekrar Cannes Film Festivali’ndeydim. Hem de bu sefer ilk defa ucundan köşesinden festivalin bir parçası olarak. E dedim bu mazeretle Öteki’ye bir yazı daha yazayım.
Bildiğiniz üzere Cannes, dünyanın en prestijli film festivali olmasının yanında, bir yandan da dünyanın en büyük film fuarı. Marche Du Film tabir edilen bu fuar alanında her ülkeye ait bir çadır bölmesi oluyor. Bunlara “pavilion” deniyor.
Geçen sene Cannes Film Festivali’nin 77 senelik tarihinde ilk defa bir “Fantastic Pavilion” kuruldu. Bu sene de ikincisi yapıldı. Resmen Marche’nin bir parçası olarak, özel olarak finanse edilen, dünyanın dört bir tarafından fantastik içeriklerle uğraşan yapımcıların, yönetmenlerin, festival sahiplerinin ve satış ajanslarının buluştuğu bir ortam. Bu Fantastic Pavilion’un bünyesi dahilinde “fantastik galalar” adı altında her gün bir ufak gösterim düzenleniyor. İşte ben de bu fantastik galalara davet aldığımız Sayara’nın özel gala gösterimi için kalkıp Cannes’a gittim.
Geçen sene Fantastic Pavilion’un “altın anahtarı” Alex de la Iglesia’ya takdim edilmişti, bu sene ise altın anahtar David Cronenberg’e sunuldu!
Pandemi ve iki çocuk sahibi olmakla meşgulken bir de baktım ki en son bir film festivali ile yurt dışına gittiğimin üzerinden 5 sene geçmiş! Öncesinde Baskın ve Housewife ile, keza daha da öncesinde kısa filmlerimle de birçok festival dolaştıktan sonra 5 sene boyunca yurt dışına çıkmamak garip olmuş. En son Peri, Ağzı Olmayan Kız’ın dünya prömiyerine Estonya’ya, Talinn Black Nights festivaline gitmiştim, 2019’un hemen başında. Devamında Mardin, Tunceli, Diyarbakır’da gösterimlerimiz olacaktı ve hayatımda ilk defa bir Doğu Türkiye turu yapacaktım ki… pandemi patladı, hayatımız değişti.
Tam o sırada Çıplak denk geldi, sonra Çıplak 2 oldu. Pandemi ile birlikte sinema sektörü iyice allak bullak oldu ve ben hayalimdeki filmleri çekemeyeceğime kanaat getirerek bu süreçte bir yandan çocuklarla uğraşırken iki kısa roman yazdım; Mehtap ve Omega Vatan. Bir gün bunları belki film olarak çeker miyim bilmiyorum ama benim için ikisi de birer uzun metraj gibi. Neyse devamında artık bir uzun metraj çekmezsem bunalıma girecekmişim gibi hissederken ve yıllardır bir martial arts filmi ve korkunç karanlık bir intikam filmi çekmek isterken, sonunda yıldızlar denk geldi ve Sayara’yı çekebildim.
Sayara’nın yapılış hikayesi aslında Cem Yılmaz’ın Her Şey Çok Güzel Olacak’taki “barı açıyorum” sahnesi gibi başladı diyebilirim. Hani Ceyda Düvenci “Ne barı lan ne barı? İki tane götü boklu bar taburesi koydun evin içine, hepsi o!” diyordu ya. Aynı onun gibi Ertan Balaban dostum, eksik olmasın, sahibi olduğu spor salonunda istediğim zaman gidip çekim yapabileceğimi söyleyince, ben de “Tamam, ana mekanlarımdan biri cepte, artık ben bu filmi çekiyorum kesin” diye çıktım yola. Zaten Baskın’dan beri senaryolarımı yazarken bir üslup olarak az mekan kullanıyorum hep. Bu biraz gerilla sinemacılıktan ileri geliyorsa (ne kadar az mekan o kadar ekonomik bir prodüksiyon), biraz da aslında mekanları filmde birer karaketer olarak kullanmayı sevmemden ileri geliyor. Az mekan üzerinden bir senaryo yazınca, o mekanlar filmdeki karakterler ve konu ile bütünleşiyor, kendileri birer karakter gibi senaryoya etki ediyor.
Neyse ben Sayara’nın senaryosundan emin olduktan sonra, birkaç yapımcı dolaşıp avucumu yaladıktan sonra, sonunda Çıplak’taki ekipten bile daha küçük bir ekip kurup, belki de Peter Jackson’ın Braindead’de yaptığı gibi sadece haftasonları falan çekerek kendi öz kaynaklarımla bu filmi yapabilir miyim diye kaşınmaya başladım. Gerekirse ışık bile kullanmadan, modern Dogma kafasında, Çıplak’taki estetikten de daha ham bir şekilde devam ederim diye düşünüyordum. Deep Turkish Web sinematografisinde bir intikam filmi olur, ne güzel diye düşünüyordum. Halbuki eldeki senaryo buna pek imkan verecek bir senaryo değildi. Ama işte her seferinde tekrar şarjı biten bu cahil sinemacı cesareti olmadan da film çekilemiyor galiba. Bu kadar ucuz bir prodüksyonla bile yeterli şiddet ve dehşeti yaratabilirsem, içimi yeterince döküp isyanımı yeterince işleyebilirsem, bu filmin illa bir yerlere satılacağına (ve hatta bana para kazandıracağına da) inanıyordum işte.
Bu süreçte bana Her Şey Çok Güzel Olacak’taki gibi “iki tane tabureyle mi açacaksın barı?” diyen de çok oldu ama heyecanıma ve vizyonuma destek olan da oldu. İlk başta benimle işin finansal ve hukuki çatısını kurmaya destek olan avukat arkadaşım Ali Cem Bilgili (filmin ortak yapımcısıdır), devamında her koşulda yanımda olmaktan büyük keyif alan gerçek sinemacı reji ekibim; Dilay Şengül, Batu Erol ve Ladin Esen. En başından plastik makyajın maliyeti fiyatına benimle bu manyaklığa dahil olmak için can atan ve beni yüreklendiren sanat yönetmenim Hüseyin Akgül. Bugüne kadar çalıştığım en sinefil ve çalışkan görüntü yönetmenim Umut Turan. Müzikleriyle aşk yaşadığım bestecim Volkan Akaalp! Ve tabii ki ön hazırlık aşamasında, ofisimiz bile yokken bize ofisini açan ve bize harika bir cast yapan Ezgi Karaöz! Bu çekirdek ekiple çıktım yola.
Bu ekip arkadaşlarım, sadece kârdan yüzde üzerinden anlaşarak projeye dahil oldu. Bir ay içinde seti döndürecek minimal bir parayı ve bu rolün altından kalkabilecek Türkmen bir başrolü bulabilirsek bu filmi yapacağız, bulamazsak bir ay sonra pes edip hayatlarımıza devam edeceğiz diye yola çıktık.
Yola çıkmaya karar verir vermez, daha o ilk haftanın ilk Pazartesi günü korkunç deprem haberiyle uyandık. Daha fena ne olabilirdi bilmiyorum. Günler geçtikçe, depremin boyutu anlaşıldıkça, ülkece çektiğimiz psikolojik işkence de büyüdü. Bu şartlarda insanlara gidip aşırı kanlı ve vahşi bir intikam filmi için sizden para istiyorum demek, iyice absürt bir hale geldi. İlk bir hafta her şeyi iptal ettik. Ama sonra ufak ufak dolaşmaya başladım yine. Çok ama çok şanslıyım ki önce Duygu Kocabıyık gibi adeta Sayara için yaratılmış müthiş yetenekli bir oyuncu buldum, sonra da Sarp Kalfaoğlu’nu!
Zamanında BluTV’de çalışırken, Çıplak’ın BluTV’ye alınmasının belki de tek başına sebebi olan Sarp (kendi yorumumdur), artık Inter Medya’da çalışıyordu. Doğru zamanda doğru yerde olmak dedikleri bu olsa gerek. Tam da bu zamanda Inter Medya, Inter Yapım oluşumu altında ilk defa uzun metraj yapımına girmeye karar vermişti. Senaryosunu da Sarp Kalfaoğlu’nun yazdığı Dengeler adlı sinema filmi ile ön-ön hazırlık aşamasındalardı. Ancak Sayara, bütçesiyle, ölçeğiyle, senaryosuyla ve ekibinin hazır olmasıyla bir anda Inter Yapım’ın tabiri caizse “aradan çıkarabileceği” ilk uzun metraj projesi oluverdi. Bu kararları ve destekleri için Can Okan ve Ahmet Ziyalar’a ne kadar teşekkür etsem az. Bu teşekkürü, giderek tektipleşen ve nefes almaya çok ama çok ihtiyacı olan sinemamıza dair düşülmesi gereken önemli bir dipnot olarak alın lütfen.
Inter Medya’nın dahiliyeti ile hayalimdeki filmi yapabildim. Deep Turkish Web değil, Pusher filmlerine yakın bir sinematografi yaratabildik. Ekibime tekrar teşekkür edeceğim burada, dayanamıyorum. Filmin kamera dili, müzikleri, ışıkları, kurgusu, oyunculuğu, her şeyini o kadar seviyorum ki. Neyse…
Evet, ben Cannes 2024 anlatacaktım ama konu buralara geldi. Biz tam Sayara’nın çekimlerini bitirmişken, Fantastic Pavilion’un sahibi Pablo Guisa, filmi sormaya başladı. Daha önce Baskın ve Housewife ile katıldığım, ödül aldığım Meksika’daki Morbido Festivali’nin sahibi olan Pablo, Sayara ile ilgili anlattıklarımdan çok heyecanlanmıştı. Bize seneye Fantastic Pavilion’da özel bir gala yapmak isteyip istemediğimizi sordu ve olaylar gelişti.
Bu sene Cannes’a gittiğimde herkes pandemiden beri sektörün ne kadar ağır yara aldığını konuşuyordu. Genel kanı, bu sene artık yaraların sarıldığı ve işlerin çok daha iyi olduğu ama yine de 10 sene öncesine göre tabi işlerin çok değişmiş olduğuydu.
Cannes’da sadece 3 gün kaldım. İstanbul’dan sabah 7 uçağına bindiğimde uçak ünlülerimizden geçilmiyordu. Birçok oyuncu, yapımcı ve fenomen, Cannes’da boy göstermeye gidiyorlardı. Bunda yadırganacak bir durum yok, çünkü dediğim gibi Cannes aslında dev bir fuar. Festivalin yarışma seçkisinin parıltısından nemalanan bir fuar. 2014’te ben de ilk uzun metrajını yapmak isteyen bir kısa filmci olarak Cannes’a elimi kolumu sallayarak gidiyordum. (Tabi o zaman dolar 2 TL falandı.)
Bununla beraber CZN Burak gibi tiplerin gitmesini de yadırgamamak lazım bence. Ezelden beri Cannes biraz böyle bir sirk yeri diye anlıyorum ben. Ortaokuldayken Hürriyet gazetesinde Jean Paul Belmando’nun “Cannes’a beni davet etmediler, yeni yetme ünlüleri davet ediyorlar” diye serzenişini okuduğumu hatırlıyorum. Hele ki bizim ülkemizde bağımsız sinema ölmek üzereyken, her şey global platformlara peşkeş çekilmek için sıraya girmişken, sinema eleştirmenliği ve senaristlik dibin dibini görüyorken başka ne bekliyoruz ki? Ülkedeki siyasi ve kültürel atmosferin bir sonucu olarak, CZN Burak olsun veya diğer bazı “bunlar sinemadan ne anlar!” diye Twitter’da haklı/haksız yorumlara maruz kalan dizi ünlülerimiz olsun, Cannes’da bunlar olacak tabi. Kaldı ki bu kültürel erozyon Türkiye’ye özgü de değil.
Konudan konuya atlıyor gibi olacağım ama Cannes’dayken telefonuma ne zaman baksam gündemde Netflix’in başındaki ismin görevinden alınması vardı. Bana da bu konuda birçok mesaj geliyordu. Küf ve Kronoloji filmlerinin yönetmeni Ali Aydın’ın sosyal medyadaki haklı isyanı ile birçok insanın gözü açılmıştı (bu zamana kadar nasıl açılmamış olduğuna hayret ediyorum, orası ayrı). Ancak ben maalesef “Pelin gider, Selin gelir, yine değişen bir şey olmaz” yorumlarına katılıyorum. İçerik kalitesi ve senariste verilen önem açısından ek bir şey değişeceğini de düşünmüyorum. Çünkü aslında bizim şikayet ettiğimiz bu durum -Netflix veya Disney fark etmez- globalden, en tepeden gelen brief ve yönlendirmeler doğrultusunda gerçekleşiyor. Kendim de Netflix’te geçirdiğim vakitte (o zaman Türk yönetim başkaydı) problemin buradakilerden değil, globalden gelen seçimler, tercihler ve dayatmalarla ilgili olduğunu üzülerek görmüştüm.
Cannes’daki ilk günümde üzerinde “Fuck Netflix, Fuck Disney, Make Movies With Friends” tişörtümle gezdim. İnanın iki adımda bir ya biri gülümsüyordu, ya bir thumbs up yapıyor ya da iltifatta bulunuyorlardı. Palais’nin girişinden Turkish Pavilion’a gidene kadar 7 kişi durdurup fotoğraf çekti. Böyle bir ortam Cannes. Güzelliği de, kitsch’liği de bu şekilde.
Bu arada Cannes’da geçirdiğim 3 gün içerisinde hiç sinemaya gitmedim. Sıralara girecek vaktim yoktu. Bir dizi toplantı ve görecek birçok eski dost vardı. Sayara gösterimi mükemmel geçti. Ufacık bir salondu ama yankısı büyük oldu. Gösterim esnasında Yurt ve Kar ve Ayı filmlerinin görüntü yönetmeni Florent Herry yanımda oturuyordu. Şiddet sahnelerinde eliyle yüzünü kapatıp Fransızca ünlem kelimeleri kullanıp durdu. Çıkışta kendisiyle şarap ve tartar keyfi yapıp, 2000’ler Fransız Yeni Dehşet Sineması konuştuk.
Uçakta film izledim tabi. 🙂 Gidişte Tom Hanks’in oynadığı A Man Called Otto (2022) filmini, dönüşte ise Dennis Quaid başkanın oynadığı The Hill’i (2023) izledim. İki filmin de çok yavan sahneleri olmasına rağmen ben iki filmi de sevdim. Ortalama Cine5 filmleri gibiydi. İki film de aileyle ilgili olduğu için herhalde, izlerken de gözyaşlarıma hakim olamadım. Bir de festivalin ikinci günü odama gidip perdeleri kapatıp odamda The Northman’i (2022) izledim. Fena değildi. Willem Dafoe’nin kurutulmuş kafası ve Nicole Kidman’ın canlandırdığı gelmiş geçmiş en korkunç kadın karakterlerden biri olan Gudrun akıllarda kaldı.
Cannes’ın benim için en önemli konularından biri de önümüzdeki seneye yönelik uluslararası bir uzun metraj projesi olan KYRK KYZ için Bazalevs şirketiyle yaptığım toplantıydı. Bu filmi yakın gelecekte yaparsam dönüp ilk burada bahsetmişim derim. (Kendi günlüğüme yazarmış gibi yazıyorum valla, teşekkürler Murat Tolga!) Bazalevs’den yapımcı Maria, toplantı yaptığımız günün akşamına gelip Sayara’yı izledi. Ben acaba yarısında çıkar mı falan derken kadın filmden sonra gelip bana sarıldı! İşte aradığım enerji ve yönetmen gibi sözler söyledi. Benim için festivalin en önemli olayı da bu oldu.
Uçakta izlediğim filmler esnasında ağlarken aklımda İstanbul Film Festivali’ndeki Sayara gösteriminin çıkışında çok sevdiğim arkadaşım Ahmet Atalay’ın söylediği “sen böyle biri değilsin, neden böyle filmler çekiyorsun? sözü dönüp durdu.
Post Views: 3
0 Yorum