Dune Bölüm 2, seyrettiğim günden bu yana aklımın bir köşesinde oynamaya devam ediyor. Bir sürü başka şeyi de düşündürterek. Örneğin; sıradan gişe komedilerinin içler acısı gişe rakamlarını gördüğümde “artık insanlar sinemaya gitmiyor” diye düşünüyor sonra Dune’un olası gişesini aklıma getirdiğimde, “çünkü artık böyle filmler yok” diye hayıflanıyorum.
İlk film Dünya çapında sevilip 2. filmin onayı çıkınca bütçenin rahatlayacağını ve bunun karşılığının daha hızlı, daha görkemli bir gösteri olacağının farkındaydım. Öyle de oldu. Kanadalı sinemacı Denis Villeneuve, ilk filmde sırtını yasladığı hemşerisi Gregory Colbert referanslarına bir kez daha sarılıyor ve çölden gelen savaşçı peygamberin hikayesini anlatmaya devam ediyor.
Evet, Dune çölün ortasına kurulmuş bir lunapark gibi görkemli ve heyecan verici. Her şeyiyle büyük, çok büyük bir film ve başladığı andan itibaren seyirciye bunun havasını atmayı seviyor. Bu konudaki en büyük desteği de -belki özel efektlerinden bile çok- Hans Zimmer’in kulak sağır eden müzikal teması. Yine Star Wars diyeceğim ama Dune görseliyle olduğu kadar ses tasarımıyla da etkileyen, bu konuda belki de tüm zamanların en iyi işi.
Bölüm 2, ilk filme sanki aynı zamanda çekilmiş gibi hissettirecek kadar iyi eklemleniyor. Asıl oyuncular aradan geçen zamanda rolle bağlarını yitirmemiş, neredeyse filmin 3/2 süresinde ekranda görülmeyen bazı sürpriz karakterler dahil. Paul Atreides’in ilk filmde biraz şaşkın göründüğünü düşünüyordum. Romanda ya da David Lynch versiyonunda olmadığı kadar şaşkın ama potansiyelini keşfedememiş sıkıcı bir ergenden savaşçı bir peygambere dönüştüğü bu bölümdeki değişimi etkileyici. Arakkis’in Hürrem’i annesi Jessica’yı canlandıran Rebecca Ferguson yine odaklanmış oyunculuğuyla karşımızda. Bu bölümde onun karakterinin karanlık taraflarını da daha iyi gözlemliyoruz. İlk filmdeki “oğlum olmadan asla” diyen fedakar kadından bir güç delisine dönüşüyor. Karakteri sabit kalan, final bölümünü saymazsak belki de büyüyemeyen tek karakter Zendaya’nın canlandırdığı Chani olsa gerek ama onun hikayedeki yeri de bu.
Hikâyeye yeni eklenen karakterler, Prenses Irulan (Florence Pugh) ya da Rabban’ı (Dave Bautista) beslenme çantasıyla okula giden sevimli bir kerata gibi gösterecek kadar iyi bir film kötüsü olan Feyd Rautha (Austin Butler) etkileyici. Elvis’in personasını başarıyla yorumlayan baldudak Austin Butler’ın bu kadar iyi olmasını beklemiyordum. Eski Dune uyarlamasında Sting’in canlandırdığı karaktere olan aşinalığımı anında yok etti. Kendisinin, Gladyatör’deki Commodus dövüşlerini andırır şekilde birkaç Arakkis savaşçısıyla gerçekleştirdiği arena dövüşü filmin en etkileyici sekanslarından biri. Yarattığı tehdidi anlamak açısından da gerekli.
İlk filmi fazla sakin bulan, “hani aksiyon nerede” diyenler bu bölümde ödülünü alacak. Bire bir bıçak dövüşleri ve ordu sahneleri etkileyici. Fremenlerin Harkonnen baharat araçlarına saldırılarını içeren ve aklıma hep Arabistanlı Lawrence’daki pusu sahnelerini getiren sekanslar da öyle ama Sardaukarların ilk filmdeki karizmasından eser yok. Doğru düzgün bir kapışma sahnesi izletmeden harcanıyorlar.
Hoşuma giden şeylerden biri de, sırtını tüm güncel bilim kurgu filmlerinin yaptığı gibi CGI efektlere dayayan filmin bunu hiç hissettirmemesi oldu. Denis Villeneuve’nun bu konuda Arrival’da başlayan ve devam eden bir vizyonu var. Bu duyguyu, efektlerin gerçek gibi algılanmasını seviyorum. O parlak cilalı neredeyse bir çizgi filme dönüşen Marvel filmlerinin tam aksi istikameti. Bir başkası çok daha havalı uzay savaşları çekip filme etkileyebilirdi ve birkaç yıl sonra izleyenler bunun ne kadar ucuz göründüğünü fark ederdi. Dune filmleri zamana dayanıklı görünüyor. O kum solucanları (filmdeki havalı ismiyle Shai-Hulud) bu filmi on yıllar sonra izleyenleri bile etkileyecek.
Burnu büyüklük yapmayacağım; sinema salonuna girip dışarıdaki silik-sıkıcı dünyamı geride bırakmaya ve kocaman bir maceranın tanığı-ortağı olmaya bayılırım. Sinemanın mucizesi de bu bana göre ve son yıllarda, hiçbir zaman olmadığı kadar sıkıcı filmler izledim. Böyle düşününce Dune, tamamı çölde geçmesine rağmen adeta çöldeki bir vaha gibi! Paul Muad’Dib’in kurgu hikayesini izlemek tarihten gelen din/mitoloji filmlerini, daha açık yazayım; Son Emir’i ya da Çağrı’yı izlemek kadar etkileyici.
Filmi izlerken, adını andığım filmleri sinemada izleyen seyircinin ne kadar heyecanlandığını düşündüm. Böyle bir kitle coşkusuna artık sinemada rastlamıyoruz ve çok az sinemacı bunu yeniden oluşturmanın peşinde. Nolan, Cameron, Villeneuve… Gerçekten azlar, ancak salonculuğun devam etmesi açısından bu klişesi bol görkemli sinemanın yani şu “spectacular cinema” dediklerinin devam etmesi gerekiyor. Dijital platformların sürekli bir şeyler izlettirmeye çalıştığı zamanlarda insanlara evlerinden çıkma bahanesi üretmek gerek.
Dune Bölüm 2 tam olarak o bahaneyi veren bir film, benzerine yıllar sonra rastlayabileceğiniz, içinizdeki ilkel seyirciyi tetikleyen bir sinema olayı. Denis Villeneuve, bir sürü filme ilham olan bir mitolojiyi baştan yaratıyor ve bunu yaparken geçmişteki bir sürü büyük filme referans veriyor. Bu köprüleri görmek bile heyecan verici. Bazı sekansları neredeyse alkışlayacak kadar keyiflendim, tıpkı çocukluğumda Star Wars ya da Rocky izler gibi.
Şu uyarıyı da yapmak istiyorum; televizyonda harcanacak bir film değil bu, iyi projeksiyonlu bir salonda, tercihen bir IMAX salonunda izleyin. IMAX deneyimi görüntü-ses eşleşmesi açısından gerekli. İyi seyirler.
Murat Tolga Şen – murattolga@gmail.com
Post Views: 1
0 Yorum