Gönül Yarası’ndan İnci Taneleri’ne Kurtarıcı Erkek, Kurban Kadın Klişesi

Yeşilçam anlatı yapısına sırtını yaslayan İnci Taneleri en çok Dilber’in kostümü ve dansı ile konuşulmuş görünüyor ancak Yılmaz Erdoğan’ın personası da dizinin raytinginde atlanılmaması gereken bir öneme sahip. Bana kalırsa Dilber’in bir arzu nesnesi olarak sunulması kadar Azem’in de her şeyi bilen ve tüm kadınları etkileyen kurtarıcı ve kahraman imgesi üzerine de düşünülmesi gerekiyor. İnci Taneleri’nin iki ana karakteri Azem ve Dilber’e, Yavuz Turgul’un Gönül Yarası filminin Nazım ve Dünya’sıyla kıyaslayarak bir göz atalım mı? FAİL Senin aşkın değil sadece Failin olmak da varmış Bir gün öylece Durup dururken Hiç alamet yokken ortada Kıyamet de koparmış. Melodram türünün en önemli unsuru duygulardan beslenmesidir. Bu yüzden izleyicinin filmin anlatısının ve karakterlerin hikayelerinin, gerçek hayattan esinlenildiğine ikna olmaları gerekir. İnci Taneleri, daha en başta üç kez gerçek ile kurmacanın sınırlarının akışkanlığına dikkat çekerek bunu yapıyor: İlk olarak siyah ekran üzerine düşen “Gerçek hayat, hikayelerden esinlenir” yazısı ile dizilerin bazen yaşanmış gerçek öykülerden […]

Gönül Yarası’ndan İnci Taneleri’ne Kurtarıcı Erkek, Kurban Kadın Klişesi

Yeşilçam anlatı yapısına sırtını yaslayan İnci Taneleri en çok Dilber’in kostümü ve dansı ile konuşulmuş görünüyor ancak Yılmaz Erdoğan’ın personası da dizinin raytinginde atlanılmaması gereken bir öneme sahip. Bana kalırsa Dilber’in bir arzu nesnesi olarak sunulması kadar Azem’in de her şeyi bilen ve tüm kadınları etkileyen kurtarıcı ve kahraman imgesi üzerine de düşünülmesi gerekiyor.

İnci Taneleri’nin iki ana karakteri Azem ve Dilber’e, Yavuz Turgul’un Gönül Yarası filminin Nazım ve Dünya’sıyla kıyaslayarak bir göz atalım mı?

FAİL
Senin aşkın değil sadece
Failin olmak da varmış
Bir gün öylece
Durup dururken
Hiç alamet yokken ortada
Kıyamet de koparmış.

Melodram türünün en önemli unsuru duygulardan beslenmesidir. Bu yüzden izleyicinin filmin anlatısının ve karakterlerin hikayelerinin, gerçek hayattan esinlenildiğine ikna olmaları gerekir. İnci Taneleri, daha en başta üç kez gerçek ile kurmacanın sınırlarının akışkanlığına dikkat çekerek bunu yapıyor: İlk olarak siyah ekran üzerine düşen “Gerçek hayat, hikayelerden esinlenir” yazısı ile dizilerin bazen yaşanmış gerçek öykülerden yola çıkılarak senaryolaştırıldıklarını, bazen de gerçek hayata esin kaynağı olduklarını söylüyor. İkinci olarak herkes için var olan ama hiçe sayılan sıradan bir felaket ihtimalinin, beklenmedik bir şekilde insanı nasıl bulabileceğini anlatırken Azem, alt metinde kendisinin başına gelenlerin izleyicinin de başına gelebilecek kadar sıradan ve olağan oluşunu anlatıyor. Üçüncü olarak ise hapishaneden çıktıktan sonra Ali Fuat takma ismiyle yazdığı Fail isimli kitabıyla karısının mezarını ziyarete giden Azem, kitapların gerçek hayattan beslendiğine kendisi şahsen bir örnek olarak gösteriliyor. Her şeyin insana dair oluşu, izleyicinin bu hikayeyi kendi yaşamındaki sıradan bir felaket ihtimaline yaslanarak izlemesini ve sahiplenmesini de kolaylaştırıyor.

Arapça kökenli bir kelime olan Azem, büyük, yüce ve ulu anlamlarına geliyor. Azem’in soyadı bu vurguyu iyice arttırıyor; Yücedağ. Dağ gibi deyimi, çok güçlü, çok iri, çok büyük ve pek çok gibi anlamlar içerirken; ağırbaşlı, hoşgörülü, dengeli, kararlı, sakin, azimli olmayı da çağrıştırıyor. Azem’in hikayesi kuşkusuz Yılmaz Erdoğan’ın personası ile anlam buluyor. Yılmaz Erdoğan’ın yazdığı, oynadığı ve kendi sesiyle hayat verdiği karakter, onun şiirsel anlatımı ile güçlendikçe güçleniyor. Üst ses Azem’in hikayesini özetlerken, yakın çekime yansıyan Azem’in hüzünlü ve vakur yüzü karakterin çektiği acıların da görünür kılınmasını sağlıyor adeta. Böylelikle aşk ve acı ile pişmiş, olgunlaşmış görünen Azem, izleyicinin gözünde yalnızca sevilen değil aynı zamanda yücelen bir figüre de dönüşüyor. Geçmişin değerlerini taşıyan ve onlara sahip çıkmaya çalışan, çalışkan, dürüst, idealist, uzlaşmacı, incelikli bir karakter olan Azem, bence Turgul’un Muhsin Bey’ini, Eşkıya’nın Baran’ını, en çok da Gönül Yarası’nın Nazım’ını andırıyor.

Hatırlanacağı üzere Gönül Yarası hayatını mesleğine adamış olan Nazım’ın öğrencilerine verdiği son dersi ile başlıyor. Emekli olduğu öğrenilen Nazım, İstanbul’a dönmeden hemen önce öğrencilerine son öğütlerini de veriyor, tıpkı Azem’in hapishanedeki “öğrenciler”ine son öğüdünü verişi gibi. Memleketine dönen Nazım da tıpkı Azem gibi yalnız, köksüz ve ev’siz görünüyor. İstanbul’da can dostları ile görüşen Nazım’ın onlarla kurduğu dostluk, paylaşım, güven ve adanmışlık, Azem’in dostluklarıyla kurduğu ilişkisiyle de paralellik taşıyor…

İki eskinin adamı, bozulmamış günlerin, sevginin, iletişimin, dostluğun, kıymet vermenin var olduğu dönemlerin ruhunu taşıyorlar. Tam da bu yüzden Nazım da Azem de yeni dünyaya uyum sağlamakta güçlük çekiyorlar. Yitirilmiş olan geçmişi her iki karakter de sıklıkla özlemle anıyor: “Ben içeri girmeden insanların telefonları vardı, şimdi görüyorum ki telefonların insanları var” diye belirtiyor değişimin bir yönünü Azem. İş ararken yüzüne kapatılan telefonları da, iletişim kurulamayan, basit bir selamı alamayan insanları da anlamıyor. Zaten diyalogları da sürekli soru işaretleri yönlendiriyor: Kim? Ne? Nasıl?

Gönül Yarası’nın Nazım’ı ve İnci Taneleri’nin Azem’i arasındaki bir diğer benzerlik aşk düzeyinde belirginleşiyor. Nazım yeni düzeninde taksi şoförlüğü yapmaya başlıyor, bu sırada tesadüfen karşısına güzeller güzeli Dünya çıkıyor ve aşk, Nazım’ın kapısını amansızca çalıyor. İnci Taneleri’nde Azem’in yolu da aynı Nazım gibi genç ve güzel bir kadınla tesadüfen kesişiyor ve aşk, fantezi düzeyinde olsa da onun için de kaçınılmaz oluyor.

Dilber Senin Evin Yok Mu?

Dilber de Dünya da pavyonda çalışan iki yalnız ve çaresiz kadındır, biri türkü söyler diğeri dans eder. Gönül Yarası filminin jeneriğinde pavyonda “Ayrılık ateşten bir ok” şarkısını söyleyen Dünya’nın siyah saçları yüzüne dökülürken, kamera Dünya’nın gençliği ve güzelliğine vurgu yapar. Kaderden ve acıdan kaçmanın imkansızlığına işaret eden şarkının sözleri (Benim derdim herkesten çok, ben nasıl yanmıyam dağlar?) Dünya’yı genç, güzel ve acılarla yoğrulmuş bir kadın olarak izleyicisine sunar.

Gönül Yarası’ndan İnci Taneleri’ne Kurtarıcı Erkek, Kurban Kadın Klişesi 3 – Gonul Yarasi 2005 002

Dizinin yaklaşık birinci saatinde Dilber’in sahnede görüldüğü sahnede Dilber, Dünya’nın türkü söylediği sahne ile aynı estetik kodlarla sunulur. Kadının güzelliğinin ve erotik yanının ortaya çıkarıldığı sahnenin erkek bakışı ile kurulduğu rahatlıkla söylenebilir. Dilber’i erkeğin arzu nesnesi olarak sunan kurgu, bu eril bakışı kadın izleyicisine de dikte eder. Eril bakış kadınlar tarafından onaylanır, sahiplenir ve kadın izleyici için Dilber gibi arzulanan bir kadın olmak için de Dilber rol modeline dönüşür.

Biraz daha konuyu açmak anlamında Mulvey’in ünlü makalesini hatırlamak yerinde olacaktır. Mulvey’e göre (1993: 19); “sinema, var olan haz verici bakma arzusunu tatmin eder ama daha da ileri giderek skopofiliyi, kendi narsistik yönü için geliştirir. Böylelikle de bakışı insan bedenine yönlendirir. Ölçek, uzam, öyküler, hepsi antropornorfiktir. Burada merak ve bakma isteği, benzerlik ve tanımanın çekiciliğiyle iç içe girer.” Dilber bu sahnede pembe güllü kırmızı elbisesi ve güzelliği ile dikkat çeker. Dizinin tamamında dikkat çeken kırmızı ve maviler (zaman zaman mora dönüşür) bu dans sahnesinde de fark edilir. Renklerin insanlar üzerinde belirli duygular uyandırdıklarını, güçlü mesajlar verdiklerini hatırlatmamız gerekir. Kırmızının aşk, tutku ve erotik çağrışımları ile beraber mavinin çağrıştırdığı huzur ve hüzün ekrana yayılırken bu renkler ortamı masalsı bir dünyaya çevirir, onu gerçeklikten koparır. Renkler kadar etkili bir diğer unsur ise kadrajdaki Dilber’in mizansenidir. Sahnede tek başına salınan Dilber’e kamera odaklanırken, arka planda iki strateji güdülür. İlki arka planın flulaştırılılarak bakışın Dilber’e yönlendirilmesi; ikincisi ise ona bakan yüzleri göstererek bakışının yönünün tekrar ve tekrar hatırlatılmasıdır.

Kamera erkek gözünü taklit ederek Dilber’in vücudunda dolaşırken, sakin sakin salınıp, vücudunu kıvıran Dilber’in gülümseyişi, bacağındaki jartiyer dövmesi, ellerindeki ziller, savrulan saçları ve tüm detaylar seyredilmeye devam edilir. Dekor, ışık, renk ve kadraj kadın güzelliğinin erotik yanını ortaya çıkarırken bu sahnede Dilber, tüm gözlerin kendisinde olduğunun farkında, Azem’e bakar memnuniyetle.

Mulvey (1993: 20); “Cinsel dengesizliğin yönettiği bir dünyada bakmadaki haz, aktif/erkek ve pasif/dişi arasında bölünmüştür” der ve ekler; “Belirleyici erkek bakışı kendi fantazisini, uygun biçimde şekillenmiş dişi figüre aktarır. Geleneksel teşhirci rolleri içinde kadınlar, bakıla-sı-lık mesajını veren, güçlü görsel ve erotik etki amacıyla kodlanmış dış görünüşleriyle aynı anda hem bakılan hem de teşhir edilendir. Cinsel nesne olarak teşhir edilen kadın, erotik temaşanın ana motifidir.”

İzleyici de Azem de eski eşi de Dilber’i seyreylerken, skopofilik hazdan nemalanılır. Dilber’in dansına eşlik eden Evin Barkın Yok Mu? isimli şarkıya, Dilber “yok!” diye yanıt verir ki bu hal onun mağdur olma halini hatırlatma işlevi görür. Sahneden inen Dilber, iltifatlardan da nasibini alır. Dilber için servet harcayanlar olduğu bilgisi izleyiciye verilerek güzel ve bakılan kadım imgesi pekiştirilmiş olur.

Gönül Yarası’ndan İnci Taneleri’ne Kurtarıcı Erkek, Kurban Kadın Klişesi 8 – Gonul Yarasi 2005 001

Yeşilçam melodramları, aşkları peşinde koşan, bir gün evlenmeyi ümit eden, sabreden, bekleyen, edilgen kadın imgeleri ile dolup taşar. Mutlu yuva fantezinin en temel imgelerinden olduğu filmlerde kaderin kurbanı olan kadın karakterler başlarına her ne gelirlerse gelsin, sabrettikleri, sebat ettikleri ve ahlaki anlamda yanlış bir şey yapmadıkları sürece evlilik tacı ile ödüllendirilirler. Dilber’i izleyici nezdinde bu kadar sevilir kılan unsur, onun sahnedeki güzelliği ile beraber karakterinin melodram sinemasındaki kadın imgesi ile uyumluluğudur. Gönül Yarası’nın Dünya’sı da İnci Taneleri’nin Dilber’i de acılarla yoğrulmuşlardır. Dünya, temiz yürekli bir kadındır. Çocukken tecavüze uğramış, pavyona düşmüş, sevdiği adamla evlenmiş ancak şiddet görmüştür. Dilber’in hayatı da zorluklarla geçmiştir; her iki karaktere de üzülmemek elde değildir ancak tam da yaşadıkları, yani geçmişleri, onların özneliğini oluşturmuştur.

Yine de Dilber, kendisine hikayesini anlatan Azem’e; “Vay be. Ben sana çok üzüldüm biliyor musun?” der bir sohbet sırasında. Sonraki diyaloglar ise kaderin oyuncağı olmuş ama iyiliğini, dürüstlüğünü kaybetmemiş olan Dilber’i tanımlama yönünde kurulur. Örneğin “Normalde konsa çıkmam. Şartlarım böyle” der bir diğer sahnede, hem paraya düşkün olmayışını hem de namusuna düşkün oluşunun altını çizer bu sahne. “Bence gözlerinden belli doğruyu söylüyorsun ama kandırmıyorsun di mi beni? Benim kafam çok güzel çalışır ama kandıran da çok olmuştur. (…) İstesen kandırırsın beni. (…) Çok kitap okumuşsun, zeki bir adama benziyorsun” derken Yeşilçam kadın karakterleri gibi erkeği yüceltir, kendisini aşağı çeker ve ikincil konumunu onaylar. Saf ve sevgiye aç olan Dilber’in Azem’in odasına gidişindeki niyeti de böylelikle izleyici nezdinde asla sorgulanamaz.

Gönül Yarası’ndan İnci Taneleri’ne Kurtarıcı Erkek, Kurban Kadın Klişesi 9 – Inci Taneleri 2024 09

Peşinde olan kocası Halil’den bir türlü huzur bulamayan Dünya, Nazım’ın korunaklı halinden etkilenir. Kızına masal anlattığı sahnede güzellik ve yakışıklılığın geçici olduğunu önemli olanın merhamet ve şefkatin olduğunu anlatır. Daha ironik olan kendi hayatının kahramanı olmayı başaramamış Nazım, Dünya için bir kahramana dönüşür. Dilber’de benzer nedenlerle Azem’den etkilenir, temiz, korunaklı bir yuva hayal eder Azem ile birlikte. Hayat Dilber’e de sillesini vurmuştur. Dilber, erken yaşta evlendirilmiş, evden kaçmış, ancak bir türlü boşanmayı başaramamıştır. Bu yüzden kendisine yalnızca iyi davranan Azem’e çok hızlı aşık olur.

Azem’in onunla olmayı kabul etmediği sahnede Dilber’in deli oluşuna iltifat edilir. Çünkü delilik, çocuksu bir pervasızlığı, masumiyeti, saflığı ve bozulmamışlığı çağrıştırır. Tam da bu yüzden mesafesiz, ölçüsüz, düşünmeden hareket eden ama bir o kadar kırılgan bir karaktere dönüşür Dilber. Bu deli hallerinin kendisini koruma içgüdüsünden kaynaklandığını, izleyici daha önce tecrübe ettiği melodram filmlerinden zaten bilir, onu anlar ve sever. Bu yüzden sevgiye hasret genç kızın, 60’larında henüz yeni tanıştığı emekli öğretmene “Bir sarılayım mı ben sana, müsaitsen” deyişini anlar. “Yanlış anlama ben neredeyse iki sene var kimseye sarılmamışım” derken Dilber’in ataerki içindeki ahlaklı duruşu da onaylanır; yakın çekim, izleyiciyi bu “ulvi ana” şahit eder.

Dizideki diğer klişeleri bir yana bırakırsak, özetle vicdanlı, hakikatli, dürüst, iyi kalpli bir adam, gerçekte Dilber’in hayatında eksik baba figürü olarak belirirken ve Dilber’in dünyasında eksik olan korunaklı eve duyulan özleme işaret ederken; dizi maalesef bu durumu bir erkek fantazisine dönüştürüyor. Bu hali ile de İnci Taneleri, her ne kadar incelikli bir anlatı dili kursa da popüler aşk hikayelerinin düştüğü kurban/kahraman klişesinden kendisini kurtarıp, izleyiciyi tatmin edecek bir anlatım dili sunamıyor.

Referans

  • Mulvey, Laura. “Görsel Haz ve Anlatı Sineması, Çev: Nilgün Abisel, 25.” (1993): 18-24.

Gönül Yarası’ndan İnci Taneleri’ne Kurtarıcı Erkek, Kurban Kadın Klişesi 10 – Inci Taneleri 2024 04

Benzer Yazılar

Bir Devin Ardından: Donald Sutherland (1934-2024)

FİLMLER 2 ay önce

İçindekilerKaynaklar Sanırım Donald Sutherland’i ilk kez Sylvester Stallone’nin Hürkan (Lock Up, 1989) filminde izledim, 90’ların başı olmalı. Hürkan’ın video kasetini kiralayıp defalarca seyretmiştim, Sutherland o filmde psikopat cezaevi müdürü Drumgoole’u oynuyordu. Zamanla sayısız örneğini başarıyla sunduğunu öğreneceğim gaddar, insafsız adam rollerinden biriydi. Donald Sutherland bu tip karakterleri özel dikim bir kıyafet gibi üstüne geçirmekte hiçbir sıkıntı çekmiyordu, rolüyle bütünleştiğini hissediyordunuz. Sinemada seyrettiğim ilk filmi Uzay Kovboyları (Space Cowboys, 2000) olmalı. Sonraları sinema tarihinin klasiklerini toplayıp seyretmeye başladığımda birdenbire çok sık karşıma çıkan bir isim olmaya başladı. En özgün savaş filmlerinden, gişe canavarı 12 Kahraman Haydut (The Dirty Dozen, 1967), Robert Altman’ın hınzır komedisi Cephede Eğlence (MASH, 1970), Clint Eastwood’lu Çılgın Savaşçılar (Kelly’s Heroes, 1970), savaş-karşıtı filmlerin en iyi ve en yaratıcı örneklerinden Johnny Got His Gun (1971), Jane Fonda ile karşılıklı döktürdükleri neo-noir Klute (Fahişe, 1971), evlat acısını kalbimize kazıdığı Karanlığın Gölgesi (Don’t Look Now, 1973), John Schlesinger’in şaşırtıcı çalışması […]

Her Platforma Üye Olmak Zorunda Mıyız?

FİLMLER 2 ay önce

İçindekilerLisans Anlaşmaları ve Jeo-Bloklama: Kullanıcının Kafasını Karıştıran İkili Pazar sabahı, elimde kahvem, kanepede yayıldım ve dedim ki, “Bugün tam film izlemelik bir gün!” İşim gereği, neredeyse her platforma üyeyim: Netflix, Amazon Prime, Disney+, BluTV, Gain, Exxen… Neredeyse yok yok! Ama gelin görün ki, her ay tonla para bayıldığım bu platformlarda aradığım, izlemek istediğim filmi bulamıyorum! Her seferinde aynı sonuç, filmi bulduğum yer yine Stremio! Evet, Stremio’nun yasal olmadığını biliyorum. Ama bahis reklamlı korsan sitelerin kucağına düşmekten iyidir herhalde. Peki, bu kadar çok dijital platforma üye olduğumuz halde aradığımız filmi-diziyi neden bulamıyoruz? Gelin bu birinci dünya derdine biraz daha üzülelim. 2010’ların başında Netflix’in küresel başarıya ulaşmasıyla dijital içerik devrimi başladı. Netflix, kullanıcılarına geniş bir içerik yelpazesi sundu ve tek bir abonelikle sayısız film ve diziye erişim imkanı tanıdı. O zamanlar her şey güzeldi. Ancak ne olduysa, büyük içerik üreticileri ve dağıtımcıları kısa sürede bu modelin avantajlarını fark etti ve herkes kendi […]

Ronin (1998) – Öteki Sinema

FİLMLER 2 ay önce

İçindekilerKAYNAKLAR “Ronin toprağı veya efendisi olmayan köylü asker ya da samuraylara denirdi. Onlar onurlarını ya da efendilerini yitirdiklerinden ülkede durmadan dolaşır ve başka bir lord kendilerini yanma alana dek geçinmeye çalışırlardı. Bir Ronin’in yeni iş bulması da çok zordu.”Şogun Brian De Palma’nın yönettiği Görevimiz Tehlike’nin (Mission: Impossible, 1996) 450 milyon dolarlık vizyon geliriyle o yılın dünya çapında en büyük gişe başarısını elde etmesinin ardından (Tom Cruise’un sadece bu filmden o tarihte tek başına 20 milyon dolar kazandığı söylenir) benzer temaları (casusluk, karşı-casusluk ve önemli bir nesneyi/cihazı/silahı ya da bilgiyi ele geçirme) ele alan yapımların sayısı artmaya başladı, Enemy of the State (Devlet Düşmanı, 1998) ile Ronin’in (1998) bu dönemin öne çıkan filmleri olduğunu söyleyebilirim. Ronin’i kült mertebesine çıkaran birkaç temel özelliği var. Öncelikle olağanüstü bir kadrosu olduğunu söylemem lazım. Yönetmen koltuğunda gerilim (Seven Days in May, 52 Pick-Up), aksiyon (The Train), suç (Black Sunday, French Connection II) ve casusluk (The […]

0 Yorum

Yorum Yaz

Rastgele

Web sitemiz, gezinme deneyiminizi ve ilgili bilgileri sağlamak için çerezleri kullanır. Web sitemizi kullanmaya devam etmeden önce, şunları kabul etmiş olursunuz.