İtiraf edeyim, gerçekten beğendiğim son Zeki Demirkubuz filmi “Kader”di. Yeraltı’nı da sevmediğim söylenemezdi ama yine de Kader ve öncesinde çekilmiş olan Zeki Demirkubuz filmlerinin yanında daha bir çiğ, anlatı bakımından da daha yavan bulduğum için beni etkileyen bir yapım olmamıştı. Sonrasında gelen Bulantı ve Kor filmlerinin yanında elbette kıyaslanamayacak ölçüde güzel olduğunu düşünsem de, Yeraltı benlik değildi. Öte yandan Bulantı ve Kor, bırakın Demirkubuz sinemasını, ortalama bir yönetmen için bile çok kötü filmlerdi. Karakterlerden senaryoya, sinematografiden kurguya, Demirkubuz’un son iki filmini o kadar beğenmemiştim ki, kendimi sorgulamaya başlamıştım. Acaba ben Demirkubuz sinemasını sevmiyor muydum?
Sonrasında Hayat filminin duyurusuna denk geldim, yine bir Demirkubuz filmi olduğunu görünce, yine heyecanlandım. Günler geçtikçe ve filme ait daha fazla detay görmeye başladıkça da heyecanım yine arttı. Çünkü Hayat, her anlamıyla yeniden bir Zeki Demirkubuz filmi izleyebileceğimiz umudunu bana aşılamayı başarmıştı. Netice olarak sonunda, Hayat vizyona girdi ve 6 yıl aranın ardından yeniden bir Zeki Demirkubuz yapımı izlemek için sinema salonunda yerimizi aldık.
Film, Zeki Demirkubuz’un en uzun filmi. 3 saat 13 dakikalık süresi boyunca Hayat, iki karakterin etrafında dönen, olabildiğince trajik ve hayatın içinden, Demirkubuz romantizmini buram buram barındıran ve yer yer arabeskleşen bir anlatıyla tam anlamıyla bir “eski dönem” Zeki Demirkubuz filmi. Hatta, festival gösterimlerinden sonra yapılan “Masumiyet” ve “Kader”in anlatı ortağı yorumlarını doğrularcasına yine bir amiyane tabirle saplantılı aşk hikayesi… Ama hikaye bu basitlikte serilmiyor önümüze. Zorla görücü usulü evlendirilmeye çalışılan Hicran adındaki genç bir kadının, bu evliliğe karşı olmasının ardından evden kaçışının ve İstanbul’a gidişinin öyküsü…değil. Kendisiyle evlenmek istemeyen “zoraki” nişanlısının terk edişinin altında usulca ezilmeye başlayan ve iç hesaplaşması uğruna kadının peşinden gitmek zorunda hisseden bir adamın hikayesi…değil. Bu film, Anadolu’da olabildiğince sıradan, az önce de dediğim gibi fazlasıyla ajite ve arabesk bir dramanın kadın ve erkeğin birbirlerinden kopuk eksenlerinde anlatılış denemesi. Demirkubuz sineması için yenilikçi sayılabilecek bir anlatım filmde yer alıyor.
Önce, Hicran’ın terk ettiği nişanlısı Rıza’nın gözünden hikaye başlıyor. Rıza, Boyabat’ın ortalama sosyokültürel seviyesine göre kendisini “görece” geliştirmiş gibi görünen, küçük yaşta anne babasını kaybetmesinin ardından dedesiyle birlikte yaşamaya başlayan bir fırıncı çırağı. Sessiz sakin hayatını sürdürmeye çalışırken, Hicran’ın onu terk edişinin ardından bunun sebeplerini merak etmeye başlayınca, hem ahlaken hem de vicdanen bir girdabın içine düşüyor ve kafasında anlamlandıramadığı her şeyin cevabını aramaya, Hicran’ın peşine, İstanbul’a gitmeye karar veriyor. Hicran kendisinde neyi beğenmemiştir? Aslında aradığı cevap, özünde bu. Çünkü her ne kadar -sıradan- bir Boyabatlı olmasa da, bir kadın onu reddediyorsa, elbette gerçekten kendisinin de haklı görebileceği bir sebep olmak zorunda ortada. Çünkü kadınlar, öyle durduk yere bir şeyi reddedemez veya çekip gidemez…
Hicran’sa gördüğümüz kadarıyla sadece hayatında kendi kararlarıyla var olmak isteyen ve kendi kararı olduğu sürece, kararın yanlışlığıyla ya da doğruluğuyla ilgilenmeyen, bağımsızlığını kazanmaya çalışan bir taşra kadını. İstanbul’a kaçışının ardından, tipik bir Demirkubuz dramasında olması beklendiği gibi “kötü yola” düşer ama bu durum “kendi seçimidir” ve Rıza’yla yolları yeniden kesişene kadar da geri dönme düşüncesi aklında yoktur… Ancak sevgilisi Ferit’le birlikte bir kafede otururken Rıza’nın aniden ortaya çıkıp sevgilisini vurup öldürmesinin ardından da yapacak başka bir şeyi kalmamıştır. Rıza “namusunu” temizleyip -belki de dünyaya kendince adalet getirip Hicran’ı kurtararak- hapsi boyladıktan sonra Hicran da gerisin geriye, baba evine geri döner.
Buraya kadar izlediğimiz her şey, aslında hayatın olağan akışında her gün yaşanan, ancak bizim çoğunlukla görmeyip duymadığımız olayların sadelikle bizlere sunuluşundan ibaret. Türkiye’nin bir sürü ilçesinde, bir sürü ailede, buna benzer tonla dramın yaşandığı inkar edilemez. Demirkubuz da, bu hikayelerden birisini filminin ilk yarısında bizlere iki farklı gözle aktarıyor. Olaylar hiç aceleye gelmeden, hatta bazen gerekliliği hakkında sorgulatacak kadar uzun bırakılmış sahnelerle, yine aynı şekilde varlığının gerekliliği sorgulanan karakterlerle (örneğin Rıza’nın İstanbul’da gittiği evin sahibi), iyisiyle kötüsüyle bir “kara sevda” draması. Tıpkı Masumiyet, Kader, İtiraf, Yazgı’da olduğu gibi… Normalde bir Demirkubuz filmi burada bitiyor olsa, aslında şaşırtmaz, geride soru işareti bırakmadan sessizce bitip giderdi. Hayat da, ilk yarısı bittikten sonra bitse bile Yeraltı, Bulantı ve Kor’dan çok daha bütünlüklü, derli toplu film olurdu. Ama film, burada bitmekle kalmıyor, bu sefer Hicran üzerinden bir kadın öyküsü izleterek ikinci yarısına devam ediyor.
Demirkubuz sinemasına sıklıkla getirilen eleştirilerden birisi de, “incel” karakterlerin iç dünyalarına fazlasıyla önem verirken, kadınları hep tek bir tipte, acı içerisinde, yardıma muhtaç ya da yanlış kararlar veren kişiler olarak anlatıyor oluşudur. Bu, Demirkubuz filmlerinin yapısı itibariyle doğru bir eleştiri. Gerçekten de filmlerinde erkek karakterler de, kadın karakterler de yukarıdaki tanımlara çoğu zaman uyar aşağı yukarı. Ancak burada, benim sorun olarak gördüğüm herhangi bir şey yok. Çünkü Türkiye’deki erkeklerin veya kadınların, beyaz Türklerin gözlerini kapayıp sırtlarını döndüğü sosyal sınıfların içerisinde aşağı yukarı böyle olduklarını görmek için gerçekten de ya taşrada yaşamak, ya fakir olmak ya da onlardan birisi olmak gerekiyor. Demirkubuz, o insanların hayatlarına ve hikayelerine ışık tutan, o insanların zihinlerinin içerisinde gezmeye çalışan ve sinema kariyerini bununla inşa eden bir yönetmen. Bunu kimi zaman bir rus romanı anlatısı gibi yaparken, kimi zaman da son dönem Yeşilçam klişeliğinde yapıyor ancak, niyeti her zaman “sıradan” insanlardan sıradışı hikayeler çıkarmaya çalışmak… Durum bu olunca da, Demirkubuz’un yarattığı karakterlerin gerçekliğin birer yansıması olduğunu bilmek, bu karakterlerin inşa ediliş biçimlerinden ötürü Demirkubuz’a değil toplumu bu şekilde dizayn eden sisteme isyan etmek gerekiyor.
Hayat’ın ikinci yarısı da, tam olarak yukarıdaki paragrafta bahsettiğim eksen üzerinde ilerlemeye çalışıyor. Evine, kaçtığı hayatına geri dönmek zorunda kalan Hicran, “kadının kazandığı ve kendi ayakları üzerinde durabildiği” bir karakter değil. Hayat da, böyle bir anlatısı olan bir kadın filmi değil, çünkü bu şekilde bir son, gerçekten çoğu zaman çok ödüllü bir festival filminin sonu. Ancak Anadolu’da, hatta dünyanın çoğu yerinde kadının hikayesi mutlu değil, mutsuz bitiyor…
Hicran önce “evde kalmış” imajından sıyrılmak için eşini kaybetmiş bir öğretmen emeklisiyle evleniyor / evlendiriliyor. Bu noktada, öğretmen Orhan karakteriyle Cem Davran filme dahil oluyor ve performansıyla belki de Miray Daner’den sonra Hayat’ı oyunculuk anlamında vasatın üzerine çıkaran ikinci oyuncu oluyor. Cem Davran’ın hayat verdiği Orhan karakteri, hayata dair fazlasıyla soruyu içinde barındıran, Hicran’a karşı fazlasıyla hevesli, ilgili, meraklı bir karakter. Düşüncelerini cümlelere dökme konusunda hiçbir çekincesi olmayan, tam bir Dostoyevski karakteri. Sürekli bir hesaplaşma içerisinde, sürekli dalgalanan ruh hali içerisinde Hicran’ı anlamaya çalışıyor. Hicran’sa Orhan’a karşı tam aksine fazlasıyla yargılayıcı ve küçümseyici. Çünkü Orhan, Hicran’ın kafasındaki küçüklüğünden beri deforme edilmiş “erkek” tanımına taban tabana zıt olan birisi. Hicran onu terslese bile Orhan ona tepki göstermiyor, Hicran ona yanaşmasa bile Orhan onun üstüne gelmiyor, Hicran hiçbir şey yapmadığında bile Orhan sadece iletişim kurmayı istiyor. Oysa Hicran’ın kafasındaki “erkek”, kadına zorla bir şeyler yaptırmalı, gerekiyorsa güç kullanmalı, yeri geldiğinde de kararları onun yerine kendisi vermelidir. Hicran’ın cümle kurmasına bile gerek kalmadan, tüm hayatı erkek dizayn etmeli ve buna göre yaşamalıdırlar… Babasının baskılarından ve başka bir adamla evlenmesi için zorlamasından İstanbul’a kaçıp bağımsızlığını kazanmaya çalıştığı zaman bile, kültürel bir miras olarak zihnine işlenmiş “erkek” profilinden uzaklaşamıyor ve Ferit gibi birini buluyor çünkü… Orhan onlar gibi olmadığı için, onunla hiçbir şekilde konuşmuyor, edilgen bir şekilde tepkisiz kalıyor ve bu durum Orhan’ı daha da çıldırtıyor. Öyle ki, Orhan’ın patlama yaşadığı sahnede “Bir tane vuracağım şimdi o olacak” cümlesinin ardından birden gerçekten ilk defa tepki vererek “Vursana hadi” cümlesini kuruyor. Çünkü, Orhan’ın da tam bu anda dediği gibi, Hicran’ın gerçekten erkekten beklediği, belki de onlara dair bildiği tek iletişim yöntemi bu… Çünkü babası da, Ferit de, ve hatta Rıza da, böyle.
Nitekim bir süre sonra Orhan da Hicran’dan vazgeçiyor ve ikilinin yolları bir daha kesişmemek üzere ayrılıyor. Hicran bir kez daha baba evine, yine bir “utanç”la dönüyor. Yine aile kurmakta başarılı olamamış, yine babasının yüzünü yere eğmiştir. Sonra, bir sebeple, Beden ve Ruh (Testről és lélekről) filmine bir atıfla izlediğimiz gibi Rıza’yla aynı rüyayı görüyor ve yeniden Rıza’yı hatırlıyor. Kendisi için bir başkasını öldürecek kadar cesur, yürekli bir aşık(!)… Onu terk ettiği zamanki gibi sessiz sakin, kendi halinde, pasif bir adam değil, artık namusu (!) için yatıp çıkmış, gereği neyse onu yapmış bir delikanlı Rıza. Hicran, Rıza’ya yeniden bir şans veriyor, ikili Hicran’ın annesi vasıtasıyla yeniden bir araya geliyor ve çoğu kişinin “mutlu son” olarak yorumladığı final sekansına ani bir geçiş yapıyoruz: Hicran ve Rıza evlenmiş, Hicran hamile, bayram ziyaretine Hicran’ın ailesine yola çıkmak üzereler…
Filmden çıkmamın ardından birkaç gün, bu final tercihinin filmin anlatısıyla taban tabana zıt olduğu düşüncesiyle hayal kırıklığına uğramıştım. Ne yani, gerçekten bu bir mutlu son olarak mı yorumlanmalıydı? Ancak günler geçtikçe ve filmin karakterleri zihnimde demlenmeye başladıkça, aslında bu sonun bir mutlu son değil, sıradan son olduğunu idrak etmeye başladım. Çünkü film boyunca gördüğümüz karakterler, gerçekten onları anlamaya çalışırsak eğer görürüz ki, tam olarak böyle bir hayat sürmeye mahkum karakterler… Onların Hollywood klişelerinde olduğu gibi bir kaçış şansı yok, bambaşka bir hayat kurma şansları yok, birden aydınlanıp kendilerini yeniden var edebilme şansları yok… Bu ülkenin kültürel kodlarına kazınmış olan kilometre taşlarını bir bir yaşayıp yok olup gitmek üzerine kurulu olan bu düzenin içerisinde, Demirkubuz’dan provokatif ve hayat dolu bir son beklemek yersiz olurdu diye düşünüyorum. Çünkü bu ülke her gün Hicran gibi onlarca kadının var olduğunu bilmek ve asıl Hayat’ın da bu olduğunu fark etmek gerekiyor. Ve bu ‘Hayat’ları sinemaya olduğu gibi aktardığı, böyle karakterleri deştiği, irdelediği için Demirkubuz’u değil, sistemi yargılamak gerekiyor…
Tüm bunların yanında, filmin bu sadeliğinin ve gerçekçi anlatımının tamamına kötü anlamda etki eden bir unsuru da ayrıca belirterek yazıyı sonlandıracağım. Film Boyabat, Sinop’ta geçiyor. Karakterler, Orhan karakteri hariç tamamen o bölgenin insanı. Orada doğup orada büyümüşler, hatta bir çoğu köyünden, mahallesinden dışarı çıkmamış. O zaman, nasıl oluyor da hepsi İstanbul Türkçesiyle konuşabiliyor? Filmlerdeki abartı şivelerin/ağızların bir hayranı değilim, ancak coğrafya tercihi olarak spesifik bir yer belirleyip o coğrafyayla hiç alakası olmayan bir dille, o coğrafyada yaşayan karakterler var edildiğinde bundan son derece rahatsızlık duyuyorum. Oyuncu seçme aşamasından, karakter yazım aşamasına, senaryodaki diyalogların kuruluş tarzından seslendirmeye kadar tamamen filmin coğrafyasında konuşulan dile uygun bir revizyon yapılmalıydı. Çünkü Hayat’ı izlediğim süre boyunca, bu beni filmin dünyasından en çok koparan unsur oldu. Sivas (2015) filmi ne kadar iyi bir örnekse, Hayat da, tıpkı Kuru Otlar Üstüne gibi o kadar kötü bir örnek olmuş bu konuda…
0 Yorum