Küçük insanların gündelik ilişkilerinden fevkalade duyarlı bir sinema devşirmeyi başaran Hirokazu Kore-eda anlatılarını seviyorum, genelde ajitasyondan ve abartıdan kaçınan oldukça hümanist ve dokunaklı bir dile sahip oluyorlar. Çocuklar çoğunlukla Kore-eda filmlerinde kilit bir işleve sahipler ve karakterler arasındaki bağlantıları tesis ediyorlar. Canavar (Kaibutsu / Monster, 2023) da bu özelliklere sahip bir film. Seyircisini geniş bir duygu yelpazesinde gezdiren, sade ama vurucu bir drama.
Canavar’ın (2023) belki en güçlü yanı, ince ayrıntılarla örülen ölçülü ve dengeli senaryosu. Birinci bölümde bir ilköğretim öğrencisinin annesinin (Saori) gözünden oğlunun (Minato) sergilediği birbirinden tuhaf davranışlar gözlemleniyor ve bunlar okulda yaşanan bir taciz olayına bağlanıyor. İkinci bölümde aynı hadiseler bu sefer tacizci olduğu iddia edilen öğretmenin (Hori) perspektifinden gözlemleniyor. Üçüncü bölüm ise bu sefer çocuğun (Minato) perspektifinden işin aslının bambaşka olduğunu bize gösteren sürpriz gelişmelerle taçlandırılıyor. Kore-eda başlıca kahramanları canlandıran oyunculardan, özellikle omuzlarına büyük yük binen çocuk aktörlerden, inandırıcı performanslar çıkarmayı başarıyor, okuldaki diğer öğretmenler gibi görece zayıf kalanlar da yok değil.
Canavar’ın çoklu perspektife dayanan anlatısı ikinci bölüme kadar Akira Kurosawa’nın Rashomon’unu (1950) anımsatıyor çünkü Minato’nun söylediği bir yalan ve gizlediği gerçekler Öğretmen Hori’nin kendisini çok güç bir durumda bulmasına yol açıyor. Hori’nin hikâyesini yalanlayan ve savunmasını zayıflatan, ilk bölümdeki söz ve tavırlarıyla Minato oluyor yani. Ama ikinci bölümden itibaren Canavar’ın Rashomon’dan çok daha farklı ve özgün bir yol izlediğini görüyoruz ki bu noktadan itibaren filmi Rashomon’a benzetmek imkânsız hâle geliyor, bunu biraz açayım.
Rashomon’da aynı hadiseyi farklı şekillerde anlatan (yalan söyleyerek manipüle eden) karakterler vardır ve bunların hikâyeleri, dikkat buyurun, birbirleriyle çelişir. Daha doğrusu, karakterler birbirlerinin hikâyelerini yalanlarlar ve sonlara doğru hakikatin/doğrunun ne olduğunu öğrenebilmek içinse bambaşka bir şey yapılır, burada detayına girmeyeceğim ama o şaheseri mutlaka bulup seyredin. Halbuki Canavar’ın anlatısı Rashomon’unkinden bariz bir şekilde farklı. Bir, burada karakterler ilk bölüm hariç bir şey anlatmıyorlar, kamera onların yanında ayrı ayrı gezerek aynı gün yaşanan aynı olayları farklı bir açıdan vermekle yetiniyor. İki, Canavar’da sadece ilk bölümde başka birini yalanlayan biri var, oysa hakikat/gerçek (yaşanan şey) bir tane. Manipülasyondan ve çarpıtmadan ziyade, üç farklı kişinin bakış açısından kısmen görünür olan olaylar birleşip bir ve tek olan nihai gerçeği inşa ediyorlar. Canavar’da gerçeğin göreceli oluşuyla ilgili bir mesele yok. Dikkati başka bir yöne çekmek için yalan söyleyen küçük bir çocuk var ama o da sadece ilk bölümde. Saori ya da Hori birbirlerinin hikâyelerini çürütmeye çalışan insanlar değil. Bu filmde Rashomon’dan ziyade Quentin Tarantino’nun Jackie Brown’unun finalindekine benzer bir çoklu perspektif söz konusu. Anne, öğretmen ve çocuğun dünyasından parçaları alınan ve sona doğru birleşip bir bütün teşkil eden dramatik bir hikâye izliyoruz, hepsi bu.
Filmin en sarsıcı kısmı, gerilimin had safhaya çıktığı ikinci bölüm. Evlenmeyi düşündüğü kız arkadaşı ve öğrencileri tarafından çok sevilen güler yüzlü Bay Hori’nin yaşama sevinci dolu dünyasının bir iftira yüzünden adım adım yıkılışını seyrettiğimiz bu bölüm, Kafkaesk bir karabasanı andırıyor. Hori kımıldadıkça batıyor, her hamlesi (iyilik olsun diye yaptıkları dahil) onu daha kötü bir duruma sokuyor ve iftiralarla yanlış anlamalar sonucunda intiharı düşünecek hâle geliyor. Bir yandan Hori’nin ne kadar düzgün bir insan olduğunu izlerken öbür yandan bu masum öğretmenin korkunç haksızlıklara uğratılarak ruhen lime lime edildiğini görüyoruz ve boğazımız düğümleniyor.
Üçüncü bölüm ilk iki bölümdeki olayları aydınlatmakla kalmıyor, bize nahif bir çocukluk aşkı da sunuyor. Fakat ilk iki bölümdeki iki büyük felaketin (yangın ve intihara itilme) sebebinin bu çocuklar olduğunu da öğreniyoruz. Olanca masumiyetleriyle kalplerindekini yaşamak isteyen iki küçük çocuğun farkında olmadan büyük bir yıkıma yol açtıklarını gösteren Kore-eda, suçu ve sorumluluğu daha çok aileye (Yori’nin babası), topluma/çevreye (okuldaki diğer öğretmenler ve öğrenciler) ve okula (müdüre) yükleyerek kişiyi insanlıktan çıkaranın (canavarlaştıranın) aslında “diğerleri” olduğunun altını çiziyor. Üç bölümde de baskıcı unsurlar çok net veriliyor (bilhassa okul sahnelerinde), gerek Saori ve Hori’nin gerekse Minato ve Yori’nin kendi açılarından son derece masum olduklarını öğreniyoruz.
“Mutluluk herkesin sahip olabileceği bir şeydir.”
Aslında Canavar’ın tayfun sahnesinde çaktırmadan pik yapan merak uyandırıcı bir alt-öyküsü daha var, Okul Müdiresi Fushimi’nin öyküsü. Ancak senarist Yûji Sakamoto bu öyküyü diğer karakterler arasında bir tür katalizör görevi görmesi için kurgulamış. Bayan Fushimi’nin kocası kısa bir süre önce kazara torununu arabayla ezerek öldürmüş ve cezaevine girmiş. Bayan Fushimi hem en büyük acılardan birini yaşamış hem de iftiraya maruz kalan biri olarak sunuluyor. Onun da derdini kimselere anlatamadığı için sustuğu (susmak zorunda kaldığı) ve acılarını içine gömdüğü hüzünlü ve bastırılmış bir yaşamı var. Müdire üzerinden okul yönetimi tarafından alınan kararların Hori ve Saori üstündeki etkisini görüyoruz ama asıl işlevi, Minato’yla birer enstrüman üfledikleri o dokunaklı sahne ve o sahnede filmin ruhunu ve mesajını tek başına yansıtan sözleri.
Mugino Minato ve Hoshikawa Yori’nin ilişkisini gösteren üçüncü bölüm ilk iki bölüme kıyasla çok daha renkli ve canlı. Sinematografi karakterlerin içinde bulundukları ruh hâllerini yansıtacak şekilde tasarlanmış. İkilinin ve başkalarının yer aldığı mekânlar basık ve dar, oysa yalnız kaldıklarında daha çok açık, geniş ve yeşil alanlarda görüyoruz, finale kadar bu böyle gidiyor. Baş başayken koşturuyorlar, bisiklet sürüyorlar, oyun oynuyorlar, gülüyorlar, eğleniyorlar, paylaşıyorlar, birbirlerini tanıyorlar, hayal güçlerinin peşinde koşuyorlar. Bu bağlamda ara sıra buluştukları mekân çok iyi tasarlanmış. Bu mekân eskiden hizmet vermiş bir tren lokomotifi, artık atıl durumda ve bir ormanın ortasında öylece duruyor. Hayal güçlerinin harekete geçtiği ve süsleyip donatarak kendilerine ait bir eve, bir sığınağa benzettikleri bu trene karanlık bir tünelden geçilerek gidilebiliyor. Bu uzun, karanlık ve korkutucu tüneli aşmadan mutlu oldukları yere varamıyorlar.
Tayfunun kasabayı etkisi altına aldığı ürkütücü finalde bu kullanılmayan lokomotifte mahsur kalıyorlar, o da fırtınanın etkisiyle maalesef devriliyor. Fonda Ryuichi Sakamoto’nun hüzünlü melodileri çalarken daracık, çamurlu ve karanlık bir gider arkından/hattından sürünerek ilerliyorlar ve yeniden mutluluğu simgeleyen güneşli bir güne birlikte güle oynaya koşturarak merhaba diyorlar. Akira Kurosawa’nın Düşler (Yume, 1990) filmini izleyen herkes, tünelden çıkıp göz alıcı parlaklıktaki güneşe alnını değdiren bu iki çocuğun öldüğünü az-çok tahmin etmiştir. Canavar’ı (2023) benim açımdan özgün kılan sürpriz bu oldu. Üstelik tünelden çıkıp koşmaya başlayan iki çocuğu takip eden kamera yüzünü/objektifini doğrudan güneşe çevirerek bunun sinema tarihinde ilk kez yapıldığı Rashomon filmine tekrar selam durdu.
Tayfunun yıkıcı etkisi, seli seyreden üzgün ve suskun okul müdiresi, korkunç fırtına, yere düşen alkolik baba, savrulan dallar ve görüş mesafesini daraltan yağmur, endişe içinde çaresizce koşan anne ve öğretmen, Sakamoto’nun insanın yüreğine işleyen melankolik tınıları… Bence filmin finalindeki korkunç fırtınada Minato ve Yori hayatlarını kaybettiler, birlikte öldüler. Yan yana, omuz omuza… Ve cennete gittiler, birlikte sonsuza dek mutlu olabilecekleri ve bir daha kimsenin onlara karışamayacağı yegâne yere.
Öteki Sinema için yazan Ertan Tunç
Post Views: 123
0 Yorum