Killers of the Flower Moon, dünyaca ünlü yönetmen Martin Scorsese’nin üzerinde birkaç yıldır çalıştığı ve pandemi sebebiyle çekimlerine geç başladığı son filmi. Birkaç sene önce filmle ilgili kötü karakteri DiCaprio’nun canlandıracağına dair çıkan haberler ve yine biyografik temellere dayanan konusu dışında fazla bir detaya hâkim olamadığım filmi nihayet sinemada izleyebildiğim için çok ama çok mutluyum. Çünkü hem asla hayal kırıklığına uğratmaması hem de gerçekten sinemayı hala yaşatan sayılı yönetmenlerden biri olması sebebiyle Scorsese benim için mutlaka ama mutlaka filmleri sinemada izlenmesi gereken yönetmenler kategorisinde. Filmi izlerken adamın gerçekten bu işi hakkıyla yaptığını görürken son kısımda 80 küsür yaşında bir adamın sahnede ne kadar dinç durduğunu fark ediyorsunuz. Bunun yegâne sebebi de bir insanın sevdiği işi yaparken inanılmaz mutlu ve dinç bir hale gelmesi. Seneler önce bir açıklamasında sevdiği işi yapmaya devam etmek için önünde fazla zaman kalmadığını ve sinemayı daha yeni keşfetmeye başladığını söylemesi beni oldukça üzmüştü. Geriye dönüp baktığımda ve filmografisini gözden geçirdiğimde görüyorum ki bana hitap etsin veya etmesin; kötü olan tek bir işi bile yok. Çünkü sinema tam olarak bu adamın yaptığı iş ve yine söylüyorum bu adam bu işi hakkıyla yapan sayılı yönetmenlerden bir tanesi.
Kısa bir süre önce bir diğer yetenekli yönetmen olan Francis Ford Coppola’nın Scorsese’nin yaşayan en iyi yönetmen olduğuna dair açıklamasını okuduktan sonra filmografisine ve ödüllerine yeniden göz atma fırsatım oldu. En beğendiği filmleri inceledim. Dediğim gibi size hitap etsin ya da etmesin, sevdiği filmlerle bile gerçekten türünün tek örneklerinden biri.
Killers of the Flower Moon, gerçeklere dayanan bir kitaptan uyarlanan tıpkı kitap gibi ilerleyen bir film. Diyalogları bile roman okuyormuşsunuz gibi bir havada. Zaten Scorsese’nin artık çok tipik mutlu veya mutsuz birer karnaval havasında ilerleyen ve soru cevap olarak ilerleyen diyalog yapısıyla kendine özgü bir tarzı olduğunu düşünüyorum. DiCaprio’nun da özellikle bu özgülleşen soru cevap diyalogları hayata geçirme noktasında büyük payı var diyebilirim. Filmi kitabıyla karşılaştırıp çok sünmüş, sönük kalmış veya FBI’dan çok diğer karakterlere odaklanmış diyerek beğenmeyen bir kitle olsa da filmleri her zaman kitabı okumayan insanların da anlayabilmesini ve sevebilmesini düşünerek kitaptan bağımsız yorumladığımdan yine öyle yapmak istiyorum. Ki zaten yine bence, uyarlama film demek, orijin anlatının aynısını başka bir sanat formuna dönüştürmek değil de, onu dönüştürerek yeniden yorumlamak demektir. Çünkü sevilen eser, orijin formunda en ideal halindedir, onu yeniden yorumlamaksa yeni bir sanattır. O yüzden uyarlama eserlerde uyarlanan anlatıyla orijin anlatının “Mot à Mot” şekilde uyarlanmasını doğru bulmayanlardanım. Killers of the Flower Moon da böyle bir film olmamış iyi ki.
Film, topraklarında çıkan petrolü keşfedip satarak asimile olayazan-olan demiyorum çünkü asimile olmayı bile tam olarak başaramıyorlar- Kızılderili Osaga Kabilesinin yaşadıklarına odaklanıyor. Kabile halkı zamanla aralarına karışmak ve benzemek istedikleri beyaz insanlar tarafından paraları için avlanmaya başladıkça zaten çoğumuzun tahmin ettiği bir ilerleyişe bürünen konu, halkın manevi anlamda ölümlerine de ışık tutarak zamanında oldukça ses getirmiş olayları bize hayatın direk içinden, yalın ama aynı zamanda alabildiğine ışıltılı ve yoğun diyaloglarla sunuyor. Zamanında filmle ilgili Leonardo DiCaprio’nun kötü rolde olacağı haberini okuduğum için ilerleyiş benim için çok da sürpriz veya gizem barındırmadı. Ki zaten yönetmenin de değişik twistler peşinde koştuğunu ve sonunda ters köşelerle bizi şok etmeye çalışan bir film yapmak istediğine zaten inanmıyorum. Killers of the Flower Moon, sırtını salt gerçeklere yaslayan, olaylara hiçbir şekilde provokatif bir yorum getirmeye çalışmayan ama tüm bu gerçekliğin içerisinde de orijinallikten ve yaratma hevesinden ödün vermeyen bir yönetmenin işi.
Öncesinde oyunculukları aradan çıkaralım gitsin. Çünkü oyunculuklar (ana, yan, figüran fark etmeden) üzerine övgüler dizmek dışında çok fazla diyecek bir şey yok. Ama birkaçına ayrı parantez açmak şart. DiCaprio yine içerisine büründüğü karakteri yaşamış, devleşmiş ve tam anlamıyla o karaktere “hayat” vermiş. Öte yandan Robert De Niro yine kariyerindeki herhangi bir filminde olduğu gibi muazzam. Ama belki de en olgun, en temiz oyunculuğu bu filme aittir. Çünkü filmde canlandırdığı karakterin kişiliğinin de getirmiş olduğu ekstra sakinlik, De Niro’nun yaşlılık döneminin karizmasıyla birleşince izlemesi çok keyifli anlar sunuyor bizlere. Bir de Lily Gladstone… Kariyerinin en iddialı işinde, büyük ihtimalle En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını almaya çok yakın olacak kadar harika bir oyunculuk. Canlandırdığı Mollie Burkhart karakteriyle uzun yıllar hafızalardan silinmeyecek kadar iyi -bir o kadar gösterişsiz ve tertemiz- bir oyunculuk sergilemiş. Bu filmle birlikte, adını çok daha büyük işlerde başrol olarak görmezsek eğer, şaşırırım. Gerçekten çok iyi. Onun yer aldığı her sahneyi izlemek apayrı keyifliydi.
Filmin anlatısına dönecek olursak, Killers of the Flower Moon işleyiş olarak temiz ama karnavalımsı dallı budaklı bir anlatıma sahip. Çok hareketli, çok dinamik, temposu bir an bile düşmeyen -çoğu zaman yükselmeyen de- tonda ve çok haylaz… Gerçekten işini bilen birinin elinden çıktığı çok belli olan bir kurgusu var, ki bu da Scorsese’nin yanından asla ayırmadığı kurgucusu Thelma Schoonmaker oluyor. Şaşalı ancak bir o kadar da soğukkanlı kalabilen bir anlatım, filmi domine ediyor. Scorsese, “slowburn” anlatım konusunda belki de tarihin en iyi yönetmeni. Killers of the Flower Moon’da da tabiri caizse, slowburn bir hikaye nasıl anlatılır, onun dersini veriyor. Özellikle The Irishman ile birlikte doruk noktasına çıktığını düşündüğüm diyaloglar üzerinden hikayeyi şekillendirme yeteneğini, bu filmle birlikte bir kademe yükseğe daha taşımış durumda. Filmde yer alan her diyalog, hem gerçekçilik bağlamından kopmadan, hem de satirik havasından vazgeçmeden buram buram Scorsese’nin kaleminden çıktığını belli edercesine izleyiciyi etkisi altına alıyor ve seyir zevkini üst noktaya çıkarıyor.
Amerika tarihini Scorsese dilinden ve kamerasından izlemek çok keyifli. Çünkü Scorsese elinden çıkan bir drama ajite olmadan, duyguya boğmadan ve klişelere bulaşmadan usul usul kendi yolunda ilerleyebiliyor ve filmin her geçen dakikasında hikayenin inşa ettiği kurgusal dünya daha bir iddialı hale geliyor. Uyarlama filmlerinde seçtiği öykülerin çıkış noktaları da o kadar tutarlı ve izlemeye değer ki, çoğu uyarlama filmin içerisinde boğulduğu “yaratıcılıktan uzak olma” durumu Scorsese filmlerinin hiçbirinde söz konusu değil. Çünkü yarattığı dünya ve sinemaya bakış açısı, fazlasıyla maço ve Amerikanca olsa da, film bir Scorsese filmi olunca maçoluk makul, Amerikalı olmak da o kadar iyi bir şey değil gibi…
80 yaşında bir yönetmenin, böylesi zorlayıcı bir filmi tane tane, üşenmeden, acele etmeden olgunlukla ve ustaca yazabiliyor oluşu; sonra bu senaryoyu şahane bir sinematografiyle, kurguyla, sahne tasarımıyla bir araya getirişi; oyunculuk yönetimi konusunda, önceki tüm filmlerinde olduğu gibi yeniden ve yeniden tüm sinema akademilerine ders veriyor oluşu; ve yine ondan beklediğimiz şekilde hiçbir “açık kapı” bırakmadan, izleyicisini bütüncül bir tatminiyet içerisinde salondan uğurluyor oluşu gerçekten saygı duyulası bir hareket. Umarım daha uzun yıllar aramızda olmaya devam eder ve her yeni gelen filmiyle, Martin Scorsese’nin sinema için ne kadar değerli bir yönetmen olduğunu yeniden ve yeniden hatırlarız.
Killers of the Flower Moon, Scorsese’nin en iyisi, tıpkı diğer tüm filmleri gibi…
Puan
- Killers of the Flower Moon
0 Yorum