2012 yılındaki ilk uzun metrajı Tepenin Ardı ile adını geniş kitlelere duyurmayı başaran yönetmen Emin Alper, ilk filminden bu yana çekmiş olduğu tüm filmleriyle kendisine has bir tarz oluşturmayı başarabilen ve Türk sinemasında adını sağlam bir yere oturtmayı başarabilen isimlerden birisi. Her filmiyle Türkiye’nin farklı kesimlerini, farklı sorunlarını alegorik bir şekilde anlatması da Emin Alper’in tarzını oluşturan ana etmenlerden elbette. Tepenin Ardı ile başlayan, Abluka ile devam eden ve Kız Kardeşler filminin ardından mini dizi Alef ile Kurak Günler’e kadar gelmiş olan sinema serüveninin tamamında Türkiye’ye dair bir şeyler anlatmaya çabalayan Emin Alper, bu filminde de kendisinden beklendiği gibi yine özgün bir anlatımla izleyicisinin karşısına çıkıyor.
Cannes gösteriminden sonra Türk medyasında özellikle “bakanlık destekli bir eşcinsel filmi” manşetleriyle kendisine yer bulabilen Kurak Günler, bu manşetler sebebiyle aylarca kendisinden söz ettirmişti. Kimi kesim bunu bir PR çalışması olarak görse de, bunda herhangi bir sakınca yok elbette. Özellikle ülkemizde ana akım sinemaya çöp filmler üreten gişe bağımlısı yapımcılar dışında özellikle maddi anlamda kendisini var etmeye çalışarak gerçekten film yapmak isteyen insanların filmlerinden söz edilmesine müsaade etmesinde herhangi bir sakınca görmüyorum. Kurak Günler’in manşetleri özünden ziyade, temasının abartılı ve magazinsel anlatılışı olsa bile, en azından geniş kitlelere adından söz ettirebilmişti. Özellikle Selahattin Paşalı ve Ekin Koç castingleri ile de, tıpkı Ahlat Ağacı’nda Murat Cemcir ve Doğu Demirkol tercihleri gibi bir “kazan-kazan” durumu ortaya çıkmıştı. Hem izleyiciler bu isimler için sinemaya gelebilecek, hem de bu isimler oyunculuklarını gerçekten gösterebilecekleri bir yapıtın içerisinde rol alabileceklerdi.
Abluka’yı izleyenler, Kurak Günler’i de izledikten sonra bana hak verecektir ki, Emin Alper Abluka ile kurmuş olduğu gergin ve saykodelik politik atmosferi Kurak Günler’e de üzerine biraz daha koyarak taşımış. Abluka’daki gibi metropolün içerisindeki arka mahalleler yerine, Nuri Bilge Ceylan ile karşılaştırılma riskini de göze alarak Kız Kardeşler’de olduğu gibi taşraya yönelen bir hikaye var bu sefer. Malum, Türkiye’de artık taşra sineması dendiğinde haklı olarak ilk akla gelen bir isim var ki, kendisini de tahtından etmek çok da mümkün olmayacak çok uzun yıllar boyunca. Ancak Emin Alper’in böyle bir derdi yok elbette. Her ne kadar Kurak Günler’in ilk dakikalarından itibaren istemsiz olarak gördüğümüz bozkırın içerisinde Nuri Bilge Ceylan’ı arıyorsa da gözlerimiz; film ilerledikçe aslında bir karşılaştırma yapmamızın ne kadar manasız olduğunu da kendiliğinden, fazlasıyla doğal bir şekilde açıklıyor. Çünkü Kurak Günler, bir iç sıkıntısı, bir taşra bunalmışlığı veya taşranın sosyokültürel ortamının bir tezahürü değil, aksine öfke dolu, başından sonuna politize olmuş ve aynı anda çok fazla şeyi anlatmak isteyen siyasi bir film. Bu yüzden de Nuri Bilge Ceylan’ın taşrasıyla, Emin Alper’in taşrası arasında siyahla beyaz arasında farklar var ki, Emin Alper’in kendine has bir tarzı oluşunun en büyük kanıtı da bu.
Film, anlatısını dörde bölüyor ve temposunu dipten zirveye çıkaracak şekilde kurgulanmış. İlk bölüm olan Ziyafet ile birlikte, savcının kasabaya gelmesinden, malum tecavüz vakasının oluş anına kadar film kendisini ve anlatmak istediğini öylesine başarılı bir şekilde gizliyor ve ana karakter Emre’nin hissettiklerini bize o kadar iyi hissettiriyor ki, ilk 30 dakika boyunca koltuğumda kendimi fazlasıyla tekinsiz, ürkek ve tedirgin hissettim. Çünkü filmin geçtiği Yanıklar kasabası, özellikle belediye başkanının oğlu Şahin ve onun diş hekimi kankası Kemal’in önderliğinde fazlasıyla iki yüzlü, çıkarcı, manipülatif ve tehditvari. Öyle ki, şahsi kanaatimce filmi birkaç zirve sahnelerinden birisi olan rakı masası sahnesinde, gittikçe gerilen ortam, bunaltıcı sıcak ve savcının yavaş yavaş kaybolmaya başlayan bilinciyle birlikte filmin ekseni bir anda taşra realitesini anlatma derdi olmaktan çıkıp kendisini asıl konumlandırmak istediği yer olan politik eksenine oturtuyor. Bunu da o kadar yumuşak geçişlerle, bilinçdışı sekanslarla yapıyor ki, belki de filmi bir NBC filmi izleyeceği beklentisiyle izleyenler de tam olarak burada hayal kırıklığına uğruyor. Çünkü Kurak Günler, malum gecede yaşanan gizemli tecavüz vakasının ardından bir Asghar Farhadi filmi tadında ilerlemeye başlıyor. Ancak bu gizem teması elbette filmin anlatısını güçlendirmek adına kullandığı yan hikayelerden birisi.
İkinci kısım Soruşturma ile birlikte, kasabanın gerçek yüzü de bir bir ortaya dökülmeye başlıyor. Özellikle muhalif gazeteci Murat rolüyle hikayeye Ekin Koç’un da dahil olmasının ardından, Yanıklar kasabası tıpkı Onur Saylak’ın Şahsiyet’indeki Kandıra’da olduğu gibi bir Türkiye alegorisi olmaya başlıyor. Ancak bu noktada, film tüm kozlarını birer birer açık etmek yerine, izleyiciye ipuçları bırakarak ilerlemeyi tercih ediyor. Eşcinsel olduğunu köylülerin ağzından ima yoluyla duyduğumuz Murat’ı gördüğümüz ilk andan itibaren savcıyla olan tüm sahnelerinde cinsel bir gerilim olacağı sanrısıyla izlemeye başlıyoruz ki, Emin Alper’in çok yerinde mekan, kamera açısı, kostüm ve plan seçimleriyle birlikte köyün dedikodusu aklımızda bir gerçeklik haline gelmeye başlıyor. Hayır, Kurak Günler aylar boyunca magazini süslediği gibi bir eşcinsel anlatı değil elbette. Kurak Günler, çocuk istismarından beslenen ve riyakar bir homofobiyi anlatan bir yan hikayeyi ana karakterleri etrafında örerek Türkiye’ye dair bir gerçekliği bizlere anlatmaya çalışıyor. Bunu da o kadar iyi yapıyor ki, yalnızca kulaktan kulağa yayılmış bu iki yüzlü dedikodu bizleri olduğu kadar savcı Emre’yi de o kadar iyi manipüle ediyor ki, malum tecavüz gecesinde yaşananları hatırlamaya çalıştığı bölük pörçük anılarının tamamında kendisini Murat ile birlikte cinsel bir gerilim içerisinde anımsıyor. Emin Alper, film boyunca karakterlerinin cinsel yönelimlerine dair hiçbir somut ipucu bırakmazken, kulaktan dolma dedikodular bizleri etkisi altına almayı başarıyor ki, bu da filmin güçlü hikaye yazımının apaçık bir örneği. Çünkü Türkiye’nin gerçeği de böyle, kapalı kapılar ardında, insan içinde kınayıp linç ettikleri tüm “ahlaksızlıkları” yaşayan iki yüzlü ve geri kalmış bir toplumun gerçekliği her geçen gün yüzümüze daha fazla çarpıyor. Yanıklar’da da farklı bir durum söz konusu değil.
Filmin homofobi üzerinde devam ettirdiği gerginlik sürerken, üzerine bir de siyasi rantın yaratmış olduğu gerginlik ekleniyor ki, film de temposunu şirazesinden bu anlarda çıkarmaya başlıyor. Gittikçe paranoyak bir ruh haline bürünen savcı, tedirginliğinin ona verdiği acelecilikle radikal kararlar almaya başlıyor ve başlarda kendisine saygıda kusur etmeyen halkın cadı avının hedefi haline geliyor. Vandalizmden, vahşetten, içi boş ahlakçılıktan, muhafazakar milliyetçiliğin konfor alanının yaratmış olduğu kanunsuzluklardan nasibini alan savcı, özellikle filmin son 30 dakikasıyla birlikte kendisini asla kapanmayacak bir uçurumun dibine götürecek olaylar silsilesiyle karşı karşıya buluyor. Polisin de, hakimin de, diş hekiminin de, avukatın da, belediye başkanının da, serserinin de, esnafın da, yaşlının da, çocuğun da ucuz ahlakçılığının, iki yüzlülüğünün, muhafazakarlığının, cehaletinin ve geri kalmışlığının yek vücut olduğu Yanıklar, artık ne “gerçek”le, ne “doğru”yla, ne de “adalet” ile bir işi kalmıyor. Onlar yalnızca aynı şekilde var olmaya, kendi kurmuş oldukları yozlaşmış, geri kalmış ve çürümüş düzenle yaşamaya devam etmeye niyetliler, çünkü siyasi erk onları gerçek yerine popülizmle, kara propagandayla ve cehaletle çoktan kontrolü altına almış. Emre’nin de, Murat’ın da bu noktadan sonra yapacağı tek şey de, gecenin kör karanlığında yalnızca “çok” olduklarında “cesur” olabilen gözü dönmüş bir güruhtan kurtarmak oluyor…
Tüm bunları anlatırken önceki filmlerinde de olduğu gibi metaforları kullanmayı tercih etmiş yönetmen. Yanıklar’da obrukların oluşması Türkiye’nin ve özellikle Anadolu halkının insanı yutmaya çalışan karanlığına; halk tarafından vahşice avlanan domuzların linç kültürüne ve güç fetişine işaret. Bu bakımdan metaforların hikayenin içerisine yediriliş tarzı oldukça doğal seyrinde, aykırı durmuyor. Yalnız bazı anlarda, belki de yazının başında da bahsettiğim gibi filmin geçtiği coğrafya itibariyle ister istemez Nuri Bilge Ceylan’ı hatırladığımız için yer yer bazı anlarda diyalog yazımlarının gerçekliği konusunda kendimi sorgularken buldum. Çünkü NBC’nin en iyi yaptığı şeylerden birisi olan diyalog yazımına, Kurak Günler’de o kadar da özen gösterilmediğini düşündüm filmi izlerken. Özellikle Emre ve Murat’ın arasında geçen ikili diyaloglarda kağıt üzerinde oldukça şık duran ancak karakterlerin ağzından döküldüğünde hayatın olağan seyrinde duyamayacağımız kadar kompleks duran cümlelerin varlığı bizleri filmin gerçekliğinden bazen koparabiliyor. Yine de Kurak Günler özellikle savcının Şahin ile ilk karşılaşma sahnesiyle, rakı masası sahnesiyle ve son 30 dakikanın gerginliğiyle (figüranların fazlasıyla gerçeklikten uzak hareketleri ve sloganları, sahne içerisinde çok ucuz duran konumlandırmalarını göz ardı edersek) uzun zaman boyunca akıldan çıkmayacak sahneler üretme konusunda başarılı olduğunu söyleyebiliriz.
Netice olarak Kurak Günler, özellikle yeni Türkiye’nin yaratmış olduğu politik atmosferin içerisinde sözünü sakınmayarak kendisini var edebilmeyi başarıyor ve Türkiye’nin bu yozlaşmış milliyetçi-muhafazakar kişiliğini yerden yere vurma cesaretini gösterebiliyor. Emin Alper belki de bu siyasal iktidar altında bir kez daha “rahatça” film yapabilme hakkını kaybetmiş olabilir, ancak izleyicinin de dünyanın da takdirini topladığı kesin…
Dipnot: Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bu filmin hangi senaryosunu okuyup da fon verdiğini (şu an geri istediği rezaletini göz önüne aldığımızda) inşallah bir gün Emin Alper bizlere açıklar da, keyfimiz yerine gelir. Filmin bu halini izleyen ilgili bakanlık personelinin surat ifadelerini de görebilseydik keşke…
8.5/10
User Review
( votes)
0 Yorum