Üzülerek söylüyorum ki, İklimler haricinde, henüz izlememiş dahi olsam bir Nuri Bilge Ceylan filmini beğenmeyeceğimi (fazlasıyla içe işlemeyen ve etkiliyicilikten uzak fragmanına rağmen) hiç düşünemezdim. NBC sinemasını takip edenler iyi bilir ki, Bir Zamanlar Anadolu’da ile ilk izlerine rastladığımız ve Kış Uykusu, devamında da Ahlat Ağacı’yla kendine yer edinmiş bu yeni NBC tarzı (uzun diyaloglar, taşra sıkışmışlığı, sosyal gerçekçi anlatı) ben de dahil olmak üzere bütün izleyicisinden ve sinema dünyasından büyük beğeni toplamıştı. Artık filmlerine aynı zamanda birer roman gözüyle de bakmaya başlayan Ceylan, inşa ettiği karakterlerin ikircikli yapısıyla, yan hikayelerle karakterlerini geliştirme biçimiyle ve filmlerinin başından sonuna bir dönüşüm, kendini tanıma ve ‘öze dönüş’ yolculuğu haline gelmesiyle yeni bir sinema tarzını benimsemiş, -bence- bu filme kadar çok da iyi etmişti. Çünkü artık bir Nuri Bilge Ceylan filmi demek, yaşadığımız coğrafyada kendimize dair bir sürü öykü bulabileceğimiz, bittikten sonra sürekli sahneleri hakkında düşüneceğimiz, yaşayan karakterlerin gerçek öyküleriyle bezeli bir anlatı demekti.
Kuru Otlar Üstüne de, yukarıdaki paragrafta bahsettiğim yeni tarz metodolojisini dibine kadar kullanıyor aslında. Yine bir taşra sıkışmışlığı içerisine yerleştirilmiş ve bu bunalımla yüzleşmeye çalışan karakterler üzerinden anlatılmaya çalışılan bir sürü mesele… Erzurum’un bir köyünde zorunlu hizmet süresini doldurmaya çalışan öğretmen Samet, doğduğu topraklarda görevini sürdürmeye devam eden ama bir yandan da aileden bağımsızlığını bir türlü ilan edememiş, Samet’in oda arkadaşı Kenan ve Ankara’daki tren garı saldırısının ardından bacağını yitirmesinin akabinde memleketine geri dönerek mesleğini burada icra eden Nuray’ın birbirleri üzerinde bırakacağı etkiler ve içsel yolculukları… Kağıt üzerinde filmi merakla bekletmeye yetecek de artacak bir tema, coğrafya ve öykü seçimi. Nuri Bilge Ceylan’ın tanıdığımız, bildiğimiz sineması kaldığı yerden devam edecek diye düşünürken, -ki filmin ilk 1.5 saati bunu görece iyi yapıyor- film bittiğinde hissettiğim şey yalnızca kocaman bir boşluk, dolayısıyla da hayal kırıklığı oldu.
Çünkü bu film ne yazık ki Nuri Bilge Ceylan filmi olmak için kendisini çok zorlamış, son 3-4 filmde yavaş yavaş oturan ve artık mükemmel hale gelen diyalog-öykü anlatımı-karakter inşası formüllerini hiçbir şekilde ilerletmeyen, hatta bunları fazlasıyla robotlaştırarak belirli kurallar içerisine hapsetmiş bir hale bürünmüş. Her şey bir Nuri Bilge Ceylan filmi olmaya hizmet ediyor, ancak daha ötesine bir türlü geçemiyor. Çok tanıdık kadrajlar, çok tanıdık mekan seçimleri, çok tanıdık diyalog yazımı… Her şey o kadar tanıdık ama maalesef önceki filmlerde olduğu gibi doğal ve hayatın içinden değil. Çünkü karakterler -daha doğrusu karakter demeliyim, çünkü bence Nuray ve Kenan gözümde birer tipten öteye gidemiyor- sürekli çelişen, yönetmenin izleyiciyle arasındaki bir köprü vazifesinden öteye kendisine hayat veremeyen kısır ve klişe bir kompozisyona sahip…
Şöyle ki, filmin ilk yarısı itibariyle anlattığı mesele ve bunların karakterler üzerindeki etkilerin kötü olduğunu söylemem yanlış olur. Hatta filmin ilk yarısı, NBC sinemasını kaldığı yerden devam ettirecek kadar gerçek, bizden ve tutarlı. Samet ve Kenan için yapılan taciz suçlamaları, öncesinde ve sonrasında gördüklerimiz doğrultusunda hiçbirinin masumiyetine inanmamakla birlikte karakterler hakkında da kesin yargıya varamadığımız bu puslu zemin, Farhadi’nin izinden giden anlatım tarzı, hiçbir şekilde sırıtmıyor, hatta çok da iyi aktarılıyor. Hatta ilk kez çok da bağ kuramayacağımız, onunla aynı hisleri paylaşamayacağımız ve izlerken çoğu kez yargılayacağımız bir ana karakter portresi çiziliyor önümüze. Fazlasıyla bencil, pedofili olup olmadığı izleyicinin zihnine bir soru işareti olarak bırakılmış, tutarsız, manipülatif ve çoğu zaman kibirli Samet, bir Nuri Bilge Ceylan filmi için fazla keskin ve net hatlara sahip bir karakter olarak önümüze sunuluyor. Samet, ve dolayısıyla Kenan’ın filmin ilk yarısında kendilerine yöneltilmiş taciz iddiaları karşısındaki tutumları, bu taciz iddialarının etrafında dönen minik taşra öyküleri, bunların hepsi bence fazlasıyla keyif verici bir şekilde sunulmuş. Hatta şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, film bu sosyal gerçekçi anlatısından vazgeçip ne zaman ki kişiselleşmeye ve yeni bir şeyler denemeye başlıyor, işte o zaman ciddi biçimde de aksıyor.
Filmin ilk yarısındaki bu dramatik yapı, filmin ikinci 1.5 saatinde deyim yerindeyse bıçak gibi kesilip atılıyor ve aynı karakterlerle bambaşka bir film izlemeye başlıyoruz. Film, ilk yarısında oturmaya çalıştığı politik zemine ikinci yarıda tamamen tanrısal bir bakışla, hiç suya sabuna dokunma zahmetine girmeden, fazlasıyla kolaycı bir biçimde yorumlar getirmeye başlıyor. Özellikle Nuray karakterinin bariz bir “stereotip” olarak başından sonuna sadece gerektiğinde filmin politik olarak söylemek istediklerini söylemek için hazırda bekleyen bir Vikipedi sayfası gibi hissetirmesi ne yazık ki kendi açımdan bir hayal kırıklığı oldu. Çünkü Nuray’ın film boyunca bana düşündürdüğü şey yalnızca çok ezbere yazılmış, ezber ve klişe laflardan ibaret olan, sığ bir karakter olduğuydu. Bu haliyle de Nuray karakteri gözümde nefes alan, yaşayan bir film karakteri değil, yalnızca Samet’in diyaloğa girebilmesi için oluşturulmuş bir tür yapay zeka izlenimi yarattı. Öyle ki, filmin ikinci yarısını domine eden yemek masası sahnesinde birbiri ardına kusulan basmakalıp ideolojik aforizmalar bir süre sonra o kadar yapaylaşıp kendisini gerçeklikten soyutladı ki, bu upuzun “İdeolojilere Giriş – 101” dersinin ardından Nuri Bilge Ceylan da bu gerçeklikten kopuşun -kendisinden beklenmeyecek kadar kopuşun- ardından sinemanın duvarlarını da yıkarak izleyicisine “farkındayım, ama zaten bu da bir film” deme zorunluluğunu kendisinde hissediyor. Upuzun, gerilim dozu yüksek, iyi oyunculuklarla kurulmuş bu minik piyesin filmin ilk yarısıyla, filmin geçtiği coğrafyayla, filmin anlatmaya çalıştığı karakterlerin gelişimleriyle, kısacası filmin hiçbir yeriyle zerre alakası yok. Samet oradan oraya savrulan bir roman karakteri, ya da adeta Küçük Prens’in anlatı basitliğinde ve ders vericiliğinde kendisini var etmeye çalışan bir film karakteri olmaya çalışıyor. Ahlat Ağacı’ndaki Sinan’ın rastlantısal olarak girdiği diyalogların gerçekçiliğiyle, Samet’in girdiği diyalogların gerçekçiliği arasında nasıl bu kadar keskin bir düşüş olabilir, gerçekten şaşırtıcı. Dediğim gibi, Nuri Bilge Ceylan da alametifarikası olan gerçekçilikten bu kadar koptuğunun farkında olacak ki, “farkındayım, ama bu da bu filmin tarzı” deme kolaycılığına kaçarak biçimsel olarak yeni bir şeyler denediği algısını oturtmaya çalışıyor. Ancak özünde filmin denediği yeni bir şey yok, sadece filmin kusurlarını örtmek için yeniden dizayn edilmiş bir kurgu var.
Film boyunca insan olarak kendisini var eden ve insana dair her türlü özü (kin, nefret, sevgi, bencillik, merhamet, çıkarcılık, iki yüzlülük, manipülatiflik vb.) kendisinde barındıran, bu yüzden de izleyicinin empati yapmasının mümkün olmadığı, belki de bir Nuri Bilge Ceylan filmine göre en karanlık ve hatları net yazılmış karakter olan Samet, filmin son 30 dakikasında, 2.5 saatlik varlığını hiçe sayacak biçimde olgunlaşıp dönüşüveriyor. Hatta öyle ki, filmin kapanışında attığı “iç ses tiradı” sanki bize ders vermeye kalkacak haddi bile kendisinde bulduğunun işaretçisi. Film boyunca ataerkillikten, mezhepçilikten, bencillikten, iki yüzlülükten ve nefretten türlü türlü enstantaneler yaratan Samet, “İdeolojiye Giriş – 101” dersini aldıktan sonra birden dönüşüp üstten bakışla beylik laflarını ardı ardına sıralayıp seyirciye bir şeyleri “dikte” ediyor maalesef ki bence filmin en çok aksadığı noktalardan birisi de bu oldu.
Kuru Otlar Üstüne, bir Nuri Bilge Ceylan filminden beklenecek her türlü zemini kendisinde barındırırken, filmin geçtiği coğrafyaya dair -daha önceki filmlerinin aksine- bu sefer hiçbir yeni şey söyleyemeyen, fazlasıyla muhafazakar-tanrısal bir bakışla karakterlerini birbirleriyle çarpıştıran, işin sonunda kendisini sürekli temize çıkaran ve öğüt verme sorumluluğunu izleyicisine durmadan hissettiren bir denemeler bütünü. Zira filmin adı bile, Kuru Otlar Üstüne, aslında filmin yönetmenin içindekileri anlatabilmek adına inşa etmiş olduğu denemeler yığınından ibaret olduğu izlenimini bize söylüyor aslında. Birbirinden koparıldığında ve birer kısa öykü olarak izlendiğinde keyif verecek sahneler, filmin kendi bütünlüğü içerisinde fazlasıyla çelişkili, çiğ ve klişe kalmasının yanı sıra, fazlasıyla mekanik, sıradan ve zorlama. Her sahne, her diyalog ve her dramatik öge kendi aforizmasını üzerimize haykırmak için sırasını bekliyor, sırası geldiğinde de bunu fazlasıyla basit ve beklenmeyecek şekilde sığ yapıyor, ardından bir daha görmemek üzere kaybolup gidiyor… Filmin ele aldığı her tema da, film içerisinde karakterlerine birkaç iç hesaplaşma yaşatabilmek adına inşa edilmiş küçük tiyatral ögelerden öteye gidemiyor… Öyle ki, Bir Zamanlar Anadolu’dadan sonra ilk kez filmin geçtiği coğrafyaya dair bir aidiyet, bir yakınlık hissedemedim çünkü film arka planına yalnızca birkaç çok güzel çekimi alabilmek adına Erzurum’u ve Nemrut Dağı coğrafyasını tercih etmiş gibi. (Zira bu film de sinematografik olarak şahane) Kış Uykusu ya da Ahlat Ağacı’nda olduğu gibi filmin anlatısıyla, karakterleriyle ve diyaloglarıyla o filmin geçtiği coğrafya arasında doğal bir köprü kurulmamış, ikisi birbirinin içine geçmemiş durumda. Filmin geçtiği coğrafyalar yalnızca karakterlerin “güzel sözler” ederken arka planlarını süsleyen harika manzaralar olmaktan öteye gidemiyor. O bölgenin insanına, o bölgenin yaşamına, Kürt sorununa dair çok küçük birkaç korunaklı söz etmenin dışında izlediğimiz şey önceki NBC filmlerinde olduğu gibi bir taşra sıkışmışlığından, ya da sosyo(kültürel)dramadan ziyade, şehirli lümpen bunalımı olmaktan öteye gidemedi zira film İstanbul’da geçse de dramatik yapısından bir şey kaybetmezdi diye düşünüyorum. Kim bilir, belki de Nuri Bilge Ceylan da Hirokazu Koreeda gibi (La vérité) ait olmadığı bir coğrafyaya dair bir söz söyleme çabasına girişiyor. Ancak , filmin her sahnesinde tıpkı Samet gibi yönetmenin de bu coğrafyaya çok yabancı olduğu da bir gerçek. Doğu Anadolu realitesine, korunaklı ve sığ bir bakış…
Sanırım artık Nuri Bilge Ceylan’dan beklediğim şey, bu formülü devam ettirmemesi olacak. Çünkü Kuru Otlar Üstüne, 3 saat 18 dakikalık süresi boyunca bana her yönüyle çok tanıdık, ama öncekilere göre fazlasıyla sığ, çok kuralcı ve formülü işletmek için çok çabalayan bir film izlenimi yarattı. Sanki bu film bir Nuri Bilge Ceylan filmi değil de, bir Nuri Bilge Ceylan filmine çok benzeyen bir başka yönetmenin eseri gibi… Onun gibi olmaya çalışan, ama bir türlü de o olamayan… Bu da ne yazık ki, şahsi fikrimce, Kuru Otlar Üstüne’yi İklimler’den sonraki en zayıf Nuri Bilge Ceylan filmi yaptı.
0 Yorum