Carrie (1976), Scarface (Yaralı Yüz, 1983), The Untouchables (Dokunulmazlar, 1987), Carlito’s Way (Carlito’nun Yolu, 1993) ve Mission: Impossible (Görevimiz Tehlike, 1996) gibi başyapıtlara imza atmış, yetmemiş, Sisters (1972), Phantom of the Paradise (Cennetteki Hayalet, 1974), Obsession (1976), The Fury (Gizli Kuvvet, 1978), Dressed to Kill (Cani, 1980), Body Double (Sahte Vücutlar, 1984), Casualties of War (Savaş Günahları, 1989), Snake Eyes (Yılan Gözler, 1998) ve Femme Fatale (Öldüren Kadın, 2002) gibi birbirinden iyi filmler çekmiş Brian De Palma’nın sinemasal açıdan en üstün tekniğe sahip filminin Blow Out (Patlama, 1981) olduğunu düşündüğümü söylesem, eminim, birçoğunuz bana gülüp geçecektir. Ama bence durum bundan ibaret. Gülebilirsiniz.
Blow Out (1981), Brian De Palma’nın kariyer özeti gibi bir film. Hem onun korku ve gerilim sinemasıyla kurduğu ilişkiyi yansıtan hem sevdiği filmlere saygı duruşunda bulunduğu hem sinematografik açıdan (“ses ve görüntü blokları” anlamında) âdeta gövde gösterisi yaptığı hem de bunu yaparken kendi filmografisinin özeleştirisini verdiği (hatta yer yer gırgır geçtiği) çok özel ve kişisel bir film. Üstelik De Palma’nın bir kez daha siyasi figürler tarafından zamanla içi boşaltılmış özgürlük, bağımsızlık ve hakikat gibi kavramlar üzerine düşündüğü bir politik sinema şaheseri de… Ama bu yazıda daha çok filmin teknik tercihlerine yönelik bir analiz yapacağım. Ve tabii ki bu yazı, diğer tüm incelemelerim gibi tepeden tırnağa sürprizbozan (spoiler) içerecek.
Brian De Palma Blow Out’a hayli uzun süren bir plan-sekansla başlıyor. De Palma’nın gözde teması “röntgencilik” üzerine bina edilmiş, kötü çekilmiş, seksist bir seri katil filmi bu. Tek ve kesintisiz bir planda hiçbir inandırıcılığı olmayan bir cinayete tanıklık ediyoruz, bir diğerine de etmek üzereyken yönetmen bizi ters köşeye yatırıyor. Ve sahneyi birdenbire kesiyor ve bu slasher’ı bir komedi öğesine indirgiyor. Yıllarca De Palma’nın cinayet filmlerini kaçırmayan sinefiller Blow Out’u ilk kez sinemada seyrederken bu açılış sahnesinde ne hissettiler acaba?
Karşımızda bilerek kötü çekilmiş çiğ bir filmin ilk bobini var ve ilginç bir şekilde bu bölüm büyük önem teşkil ediyor çünkü hem bu filmin gerçek hayattaki hikâyesini ardında saklıyor hem de öykünün finalini haber veriyor. Brian De Palma açılış sahnesindeki bu dandik tek-plan slasher’ı çekmesi için Stanley Kubrick’in The Shining’inde (Cinnet, 1980) olağanüstü bir işçilik sergileyen efsanevi kamera operatörü Garrett Brown’u özel olarak çağırmış. Yoksa Blow Out’un görüntü yönetmeni zaten bir başka efsanevi isim olan Vilmos Zsigmond (Close Encounters of the Third Kind, The Deer Hunter, The Long Goodbye, McCabe & Mrs. Miller). Garrett Brown, steadicam başta olmak üzere çok sayıda özel kameranın mucidi (evet, o tarihlerde steadicam’in patenti Brown’da), Blow Out da De Palma’nın ilk steadicam denemesi. Ve bir önceki filmi The Shining olan, eşek yüküyle para ödediği koskoca Garrett Brown’a ilk çektirdiği şey, o dandik slasher.
Peki, yönetmen Brian De Palma neden bu açılış sahnesine büyük önem atfediyor? Brian De Palma, Dressed to Kill filmini çekerken ekipteki ses teknisyeniyle yaşadığı bir olaydan esinlenerek (“Hep aynı sesleri kullanıyorsun!”) Blow Out’u yazıyor. Ama Blow Out’ta John Travolta’nın canlandırdığı karakter olan Jack daha ziyade De Palma’yı, onun mesleğindeki teknik hâkimiyetini, mükemmeliyetçiliğini ve obsesif kişiliğini temsil ediyor. İlk bakışta tüm film bir katilin araştırılıp/bulunmasına yönelik politik soslu bir “Kim yaptı?” (Whodunit) gibi görünüyor olsa da işin aslı öyle değil. Blow Out, özünde, bir seri cinayet filmine lazım olan o kusursuz çığlığın arayışıdır.
Blow Out’un öyküsünün ana gövdesi gerçekten yaşanmış üç siyasi olayın karışımından oluşuyor: John F. Kennedy Suikastı (vurulma anını gösteren 1 dakikalık “Zapruder filmi”), Watergate skandalı ve yakında Amerikan Başkanı olması beklenen Ted Kennedy’nin başkanlık hayallerini sonlandıran “Chappaquiddick olayı” (evli ama çapkın senatör kontrolünü yitirdiği arabasıyla köprü parmaklıklarını aşıp gölete uçmuş, kaza esnasında yanında olan zavallı bir kız boğularak hayatını kaybetmiş, bu alçak da siyasi ikbalini düşünüp otoritelere saatler sonra haber vermiş).
Filmin başlıca görsel-işitsel referansları arasında Blow-Up (Cinayeti Gördüm, 1966), The Conversation (Konuşma, 1974), Vertigo (Ölüm Korkusu, 1958), Some Came Running (Aşk Uğruna, 1958), Peeping Tom (Kadın Katili, 1960) ve Winter Kills (Vur Emri, 1979) filmleri var. Peeping Tom’dan cinayetler sırasında bir şekilde ortaya çıkan belirgin kırmızılığı almış mesela. Some Came Running’den havai fişekler altındaki finali esinlenmiş. Winter Kills’ten ABD bayrağı altındaki o unutulmaz kareyi. Filmin öyküsü için de Vertigo, Blow-Up ve The Conversation’ı temel almış. Blow Out, sanki bir Blow-Up yeniden çevrimi gibi başlıyor, sadece fotoğrafın yerini ses, fotoğrafçının yerini ses teknisyeni alıyor, bu yaklaşımı The Conversation’ı anımsatıyor. Vertigo ise Jack’in haletiruhiyesi için temel alınmış. Görev sırasında bir polisin ölümüne yol açan ve sonrasında büyük bir pişmanlıkla yaşayan ana karakter filmin finalinde -benzer bir durumda- bu sefer sevdiği kadını kaybediyor. Ama bunlar başka bir yazının konusu…
Brian De Palma Blow Out’ta sinemasının alametifarikası olan ekran bölme, aynı sahneyi farklı perspektiflerden gösterme, sürpriz zoom-in/zoom-out’lar gibi teknikleri kullanmaya devam ediyor. “Baykuş sahnesinde” olduğu gibi bunlardan aynı anda faydalandığı ama farklı bir lens seçimiyle ortaya çıkan özgün bir teknik de var. Burada ana lense bağlı ayrı bir lensle (split-focus lens) imajın perdeye/seyirciye uzaklığını değiştirirken netlik ayarında bozulmayı engelliyor. Daha önce netliği korumak için önde gösterilen imaj (diyelim, “baykuş”) daha önce filme alınmış görüntülerin gösterildiği bir perdenin/ekranın önünde kayda alınırdı. Blow Out’ta ise ilginç bir şekilde, aralarında mesafe olan iki ayrı nesne aynı ana lensten aynı anda peliküle kaydediliyor, odaklanma ek lens vasıtasıyla değiştirilip 35 milimetrelik görüntü kendi içinde ikiye ayrıldığında dahi netlik bozulmuyor. Görüntüye birazdan geri döneceğiz.
Ben Blow Out’un sesle kurduğu ilişkiye hastayım. Neredeyse tüm analog ses kayıt, kopyalama ve kurgu süreçlerini en ufak ayrıntısını atlamadan bize gösteriyor. Bazen dakikalarca sürüyor bu yaratım süreci. Sesin nasıl bir görsel çağrışım yaptığının gösterildiği sahneler muazzam. Ekran bölme, zoom ve kesmelerle müthiş bir dil yakalıyor De Palma. Benim filmdeki favori sahnem, Jack’in köprünün üstünde ses kaydı aldığı meşhur bölüm. Gecenin karanlığında genç bir çiftin, bir kurbağanın, bir baykuşun ve bir otomobilin seslerini alıyor Jack. Bu sahnenin bana kara film şaheseri The Night of the Hunter’ı (Caniler Avcısı, 1955) hatırlattığını söylemeden geçmemeyim. Neyse, köprü sahnesine geri dönelim, tüm kayıt prosesi, önce ses sonra sesin kaynağı olan görüntüden oluşan harikulade bir kurguyla veriliyor. Kameranın peş peşe gelen karelerle Jack’i bulunduğu ortamda yalnızlaştırdığı, âdeta onun başkalarını dikizlediği gibi Jack’in de başkaları tarafından dikizlendiğini düşündürten trüklere bayıldım. Filmde bu yalnızlaştırma tekniği birkaç kez kullanılıyor.
Film boyunca kameranın ana karakterlerini sinsice takip eden pozisyonlarda konumlandırıldığını sıklıkla görüyoruz. Favorim, Jack’in güç bela bir araya getirdiği kaydı/filmi tavandaki havalandırma boşluğuna gizlediği anın sokaktan gözlemlendiği sahne. Üstüne dinleme cihazı yerleştirilen Sally’nin haberci Donahue’yle buluşacağını düşünerek binaya girdiği sahnede, Burke’e yapılan zoom da etkileyici. Vilmos Zsigmond’ın kamerası (şüphesiz De Palma’nın direktifleriyle) giderek doğaüstü bir nitelik kazanıyor. Tavanı delen, duvarlardan geçen, istediği zaman istediği yere atlayabilen ya da birdenbire bambaşka bir açıda bitiveren bir kamera bu. O tarihe kadar benzerine sadece Dario Argento sinemasında rastladığım, her yerden herkesi gözlemleyebilen bir tür “Tanrı-Göz”.
Blow Out, ses ve görüntü kuşakların neredeyse tümüyle ayrıştığı dönemin güzide örneklerinden biri. Benim gibi zamanında video ve teyp kasetlerinin aktarım ve kurgularıyla cebelleşmiş analog kuşak için suikast anına dair fotoğrafların ses bandıyla birleştirilip bir filme dönüştürüldüğü sahnenin verdiği sinemasal haz tarif edilemez. Evet, Jack’in otelde ses kaydını onlarca, belki yüzlerce defa dinleyip kurşun sesini ayırt ettiği sahne de keyifli ama filmin işlendiği süreç bir başka.
Filmde sinematografik açıdan hayran olduğum bir başka sahne De Palma’nın Jack’in paranoya hissini görsel açıdan somutlaştırdığı o muhteşem “360 derecelik dönüş” sahnesi. De Palma, bu tekniği deneysel sinemanın medarıiftiharı Michael Snow’un La region centrale’inden (1971) alıyor. Jack film şirketindeki odasında bulunan bütün bantlarda bir terslik olduğunu fark eder, hepsi silinmiştir. “Bu nasıl olabilir?” diyenler için cevap, Burke’ün üstünde kurşun deliği bulunan lastiği bir stepneyle değiştirmeye gittiği sahnedeki araba bagajında gizli. Bagajın içinde kısa bir anlığına “teyp/bant silme cihazı” kutusu görüyoruz. Bu aleti araştırdım, aslında çok güçlü bir mıknatıs. Silmeyi düşündüğünüz bandın üzerinde gezdirmeniz yeterli, eskiden ses kayıt stüdyolarında bulunurmuş. Biz eskiden sırf bu yüzden VHS kasetlerimizi ve teyp kasetlerimizi tüplü televizyonun yanına koymazdık (annelerimiz oraya koymak istese de!) çünkü o televizyonların her iki yanında yer alan hoparlörlerde güçlü mıknatıslar bulunurdu.
Neyse, kaldığımız yerden devam edelim, filmin 61. dakikasında kayıt odasındayız ve kamera odanın ortasında. Ve birden saat yönünde 360 derece dönmeye başlıyor ama bu düzenli bir dönme işlemi değil, tıpkı Snow’un robotik kamerasında olduğu gibi açı ve yükseklik değiştiren bir objektif söz konusu. Kamera bir yandan dönerken bir yandan da görüntüyü yakınlaştırıp uzaklaştırıyor. Neredeyse 6 tur atıyor kamera, altıncı dönüşe kadar konuşma yok. La region centrale’deki robotik kamera icadının seslerinin yerini, Blow Out’ta ses kayıt cihazlarının ikaz sesleri, Jack’in çıkardığı sesler, yere düşen cd kutuları ve çalıp duran telefon sesi alıyor. Ritmik bip sesi ortak. Jack yavaş yavaş çileden çıkarken bizim de içimizi bir ürperti alıyor. Ses giderek artıyor, gergin bir konuşmayla (sekreter) taçlanıyor. Ve sonra neler döndüğünü ilk ağızdan dinlediğimiz telefon konuşmasıyla (polis) son buluyor. Kamera eline ahizeyi alan Jack’e odaklanıyor. Odadaki ses bantlarının tümünün silindiğini öğreniyoruz. İki dakika 12 saniyede gerçekleşen yaklaşık altı turla sinema tarihinde eşine az rastlanır düzeyde baş döndürücü bir sinematografi inşa ediyor De Palma. Ses ve görüntü âdeta vals yapıyor. Tek kelimeyle mükemmel!
Brian De Palma film boyunca kullandığı bütün trükleri, hikâyenin heyecanına ortak olmamızı sağlamak adına yapıyor. Jack’in heyecanına, tedirginliğine, korkusuna ortak oluyoruz. Her şeyi onunla aynı anda yaşıyoruz. Öyle sanıyorum ki De Palma’nın Blow Out’unu özgün kılan, onu Hitchcockyen anlatıdan ayıran en önemli özellik budur. Hitchcock sahnedeki gerilimi genellikle seyircinin tehdidi önceden bilmesini sağlayarak oluşturur. De Palma çoğu açıklamayı sonradan yaparak (bazısını Burke’ün ağzından) şiddet şoklarını taze kılar. Mesela Burke’ün işlediği ilk cinayette elinde Sally’nin fotoğrafı olmasına rağmen başka bir kadını öldürmüş olmasının “yanlışlık” olduğunu sanırız. Yüzüstü yatmakta olan kızı ters çevirdiğinde bizi tuzağa düşürür De Palma. Ve Hitchcock’un hemen her seferinde tuzağına düştüğü, katharsis ile biten popülist yaklaşımdan uzak bir tavır alır. Filmine “mutlu sonu” layık görmez.
Kaza anındaki detayların yavaş yavaş ortaya çıkmasında da sürpriz faktörü kullanılır. Önce, araca ateş eden kişinin köprünün altında olayı fotoğraflayan Manny Karp olduğunu tahmin ederiz. Sally’nin Karp’ın ortağı olduğunu öğrendiğimizde bambaşka bir komplo aklımıza gelir. De Palma her seferinde bizi ters köşeye yatırır. İlk cinayetini filmin 48. dakikasında işleyen Burke’ün gerçek kimliği ortaya çıktıktan sonra gerilim bambaşka bir boyut kazanır. Burke de sesleri kullanır. Ses kayıt cihazları, ses taklidi, bant silme… Evet, Raising Cain’i (İçimizdeki Şeytan, 1992) de izledim ama Burke’ü canlandıran John Lithgow’un kariyerinin en iyi performanslarından biri bu filmde desek abartmış olmayız. Filmin 77. dakikasında telefon kulübesinde sosyopat bir seri katil gibi başını, vücudunu hiç kımıldatmadan işlediği cinayeti itiraf ettiği sahneyi (bir kez daha) seyredin, bana hak vereceksiniz.
Burke’ün cinayet işlediği sahnelerde (hemen öncesinde ve sırasında) kırmızı rengin bir şekilde ortaya çıktığından bahsetmiştim ama dikkatsiz gözlerden kaçması muhtemel bir özelliği daha belirteyim. Bu özellik, Blow Out’u sinema tarihindeki bütün çoklu-cinayet filmlerinden ayırıyor. Ben tek kişinin cinayet işlediği ve ikiden fazla insanı öldürdüğü filmler içinde bir istisnasını görmedim, hatırlamıyorum. Blow Out’taki tüm cinayetler kamusal alanda işleniyor. Evet, bu filmde evinde, odasında öldürülen bir kurban yok. Herkesin, hepimizin gidebileceği yerlerde öldürülen insanlar söz konusu. Bu tedirgin edici “kamusallık”, filmin politik dokusunu güçlendiriyor, sonuçta bütün cinayetler, aslında politik amaçla işlenmişti. “Halkı politikacıların öldürdüğü” gibi yakıcı bir argümana odun taşıyan sahneler birbirini izliyor ve o unutulmaz finalde pik yapıyor. Bir “millî gün” kutlaması sırasında bando-mızıka sesleri eşliğinde Amerikan bayrağı fonunda/önünde katledilen genç ve güzel kız imgesi! Daha politik olunamazdı.
Özgürlük Günü kutlamaları sırasında geçen bu final sahnesiyle ilgili son bir anekdot anlatayım da De Palma’nın görsel imgeleminin ve kesinlik duyusunun ona bu filmde yardımcı olan dünyaca ünlü görüntü yönetmenlerinden niye üstün olduğunu kanıtlayayım. Brian De Palma tıpkı Steven Spielberg gibi, setteki hangi makinenin/cihazın nasıl kullanıldığını ve neler yapabileceğini en iyi bilen yönetmenlerden biridir. Bir film setindeki her şeyi kullanabilir o, bu durum post prodüksiyon aşamaları için de aynen geçerlidir. Ses miksajı, renklendirme, film yıkama, boyama, görüntü kurgusu, her şey. Bilmediği şeyi de hemen öğrenir. De Palma kendi kuşağının diğer üyeleri gibi film manyağı (film buff) değildir, fen-matematik kökenlidir. Bir şeyleri açıp içine bakmayı, mekanizmasını çözmeyi, bozuksa tamir etmeyi seven çocuklardandır. Daha küçük bir çocukken okul, şehir ve bölge çapında düzenlenen bilim fuarlarında birincilikler almıştır. 1950’li yıllarda, daha 10’lu yaşlardayken bilgisayar ve yazılım tasarlayan bir çocuktan bahsediyoruz. De Palma Columbia Üniversitesi’nde fizik okumuştur, analitik zekâsı yüksektir, mühendis bakış açısına sahiptir. Yüksek lisansta (Sarah Lawrence College) tiyatro okumuştur. Şimdi gelelim, Carmie Amata’nın 1981 yılında John Travolta ve Brian De Palma’yla yaptığı röportajda yönetmenin de şahsen doğruladığı efsanevi olaya…
Brian De Palma filmin en kritik sahnelerinden birini içeren final bloğu için geçit törenleriyle, hava fişek gösterileriyle kutlanan millî bir bayram uyduruyor: Özgürlük Günü (Liberty Day). Tabii sadece Philadelphia’da değil, ABD’nin herhangi bir eyaletinde böyle bir bayram yok. Burke, Sally’yi böyle bir bayram kutlaması sırasında öldürüyor. Bu filmin atmosferi için en gerekli sahne bu. Çekimleri uzun süren ve 1.000’den fazla figüran kullanılan bir sahne olduğu için filmin en pahalı sahnesi. Hatta “sonra maliyetler şişerse yapımcılar bana bu sahneyi istediğim gibi çektirmezler” diye düşünen Brian De Palma çekimlerin ilk iki gününde bu sahneyi çekip paketliyor. Filmin tüm çekimleri bitince film makaralarını New York’a gönderecekler. Stüdyo ekibinden biri makaraları alıyor, aracına dolduruyor ama yolda bir yerde durmak zorunda kalıyor (ya bir arkadaşını almak için bir yere uğruyor ya da Dunkin’ Donuts’a oturup bir şeyler yemek için, iki tevatür var). Kamyonetinden iniyor ama aracı kilitlemiyor. Hırsızın biri de aracın kapısını açıp iki kutu filmi çalıp gidiyor. 50 kutunun içinden aldığı iki makara film, filmin finalindeki akşam çekimi sahnesi. Bunu Brian De Palma’ya geç söylüyorlar (Cuma çalınmış, yönetmene pazartesi günü söylüyorlar). De Palma deliriyor tabii. Zamanında söyleseydiniz civarda bir yerde filmleri atılmış hâlde bulabilirdik diye.
Neyse o sahneyi tekrar çekmeleri gerekiyor ama filmin görüntü yönetmeni Vilmos Zsigmond başka bir filmde çalışmak üzere gitmiş, sözleşmesi var, katiyen gelemez. Yapım da bekleyemez. Zsigmond yakın arkadaşı olan görüntü yönetmeni Laszlo Kovacs’ı (Five Easy Pieces, Easy Rider, Paper Moon, What’s Up, Doc?) öneriyor, o geliyor. Görüntü yönetmeni hariç aynı kadroyla aynı sahneyi çekiyorlar. 750.000 dolara mal oluyor (baktım, bugünün parasıyla 2,5 milyon doların biraz üstündeymiş) ve bugün o sahne sinema tarihinin en iyi bilinen, en çok sevilen sahnelerinden biri kabul ediliyor. Yani De Palma bazı sahneleri gelmiş geçmiş en iyi kamera operatörlerinden birine (Garrett Brown), çoğu sahneyi gelmiş geçmiş en iyi görüntü yönetmenlerinden birine (Vilmos Zsigmond), filmin en kritik sahnesini de bir başka büyük görüntü yönetmenine (Laszlo Kovacs) çektirmiş olmasına rağmen yine de her bölümün yüksek kalitede olmasını sağlamış. Sadece burada da değil, Carrie (1976), Dressed to Kill (Cani, 1980), Scarface (Yaralı Yüz, 1983), The Untouchables (Dokunulmazlar, 1987), Carlito’s Way (Carlito’nun Yolu, 1993), Mission: Impossible (Görevimiz Tehlike, 1996), Snake Eyes (Yılan Gözler, 1998) ve Femme Fatale’de (Öldüren Kadın, 2002) de durum aynıdır. Görüntü yönetmeni kim olursa olsun, genelde De Palma bir sahneden ne beklediğini çok iyi bilir. Onu kendi kuşağının en büyük yönetmenlerinden biri (Tarantino’ya göre en iyisi) hâline getiren de obsesif seviyedeki bu detaycılığıdır (Sanırım günümüzdeki karşılığı David Fincher).
Blow Out (Patlama, 1981), Brian De Palma’nın sinema tekniği açısından açık ara en iyi filmi ama benim en sevdiğim 5 filminden biri bile değil, o işte öyle büyük bir yönetmendir. De Palma yazılarımıza Mission: Impossible (Görevimiz Tehlike, 1996) filmiyle devam edeceğiz. Bu arada, bu yazıda adı geçen tüm filmleri tavsiye ederim. İyi seyirler…
KAYNAKLAR
Post Views: 1
0 Yorum