Filmleri gerçeklikle kurdukları ilişki bakımından ayrı ayrı değerlendirmek durumundayız. Günümüzde geçen bir aile dramasıyla kendine ait bir evreni olan çizgi roman uyarlamasını aynı şekilde analiz etmek doğru olmaz. Jalmari Helander’in yazıp yönettiği Sisu (2022) daha açılıştaki ön yazıdan itibaren mitolojik nitelikli bir olayı anlatmaya koyulduğu izlenimini veriyor:
“Sisu, Fince bir kelimedir. Çeviride tam karşılığı yoktur. Durdurulamaz yiğitlik ve sarsılmaz azim anlamına gelir. Artık umut kalmayınca Sisu kendini gösterir.”
1944 yılının sonlarındayız. İkinci Dünya Savaşı’nın bitimine yaklaşıyoruz. Finlandiya ve Sovyetler Birliği, Moskova Mütarekesi’ni imzalamışlar. Buna göre Finlandiya, Nazileri silahsızlandırıp Laponya’dan sürecek. Naziler önlerine çıkan tüm yolları, köprüleri, köyleri yakma taktiğine gitmişler. Tam bir yıkım söz konusu. Hikâyemiz bu sırada geçiyor.
Sisu masallar gibi tematik şekilde bölünmüş epizodik bir anlatıya sahip. Birinci bölüm “ALTIN” adını taşıyor, ikinci bölüm “NAZİLER”, üçüncü “MAYIN TARLASI”, dördüncü “EFSANE”, beşinci “YANMIŞ TOPRAK”, altıncı “HEPSİNİ GEBERT!”. Bunlar dışında bir de son bölüm var.
“ALTIN” adlı ilk bölümde hiç konuşma yok. Biraz uzaklarda savaşın son demleri yaşanırken işine konsantre olmuş, 55-60 yaşlarında, azimli bir madencinin altın arayışını seyrediyoruz. Değerli maden arayıcısının bir atı ve köpeği var. Yedi dakikalık bu bölüm sinematografik açıdan çok etkileyici. Hem adamımızı tanıyoruz hem de savaş uçaklarının tepesinden geçtiği sahnede olduğu gibi şiirsel ânlara tanıklık ediyoruz. Madenci kafasını kaldırıp geçen uçaklara bakmıyor bile. “Bu benim savaşım değil” der gibi bir sessizlik sahneye hâkim oluyor… Başka bir sahnede uzakların bombalandığını gören madenci, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle parmağındaki yüzükle oynuyor. Büyük bir acının, kalbinde uykuya yattığını anlıyoruz. Nihayet madenci bir altın damarı buluyor, hayretten dizlerinin bağı çözülüyor ve sevinçten ağlıyor.
“NAZİLER” adlı ikinci bölümde işgal kuvvetlerinin bir mekanize müfrezesini görüyoruz. Ağır silah olarak tankları var. Atı üstündeki madenciyle karşılaşan ilk ekip komutanlarının emriyle ona dokunmuyor. Komutan, araçları arızalandığı için müfrezenin arkada kalan dört kişilik ekibinin ihtiyar madencinin işini bitireceğinden emin, uğraşmak istemiyor. O dört asker madenciyi durduruyorlar, arama yaptıkları esnada altınları olduğunu öğrendikleri madenciyi itip kakmaya başlıyorlar ve tam infaz edeceklerken cehennemin kapıları açılıyor. O ihtiyar madenciye bulaşmanın tüm hayatları boyunca yaptıkları son hata olduğu anlaşılıyor. Bundan sonrası, ikonik sahnelerin ardı ardına geldiği tam bir katliam operası, bir tür Grand Guignol resitali. Kopan uzuvlar, tuz buz olan kelleler, parçalanan bedenler…
Filmi ikinci kez izleyince hem sinematografik sahnelerin çokluğu dikkatimi çekti hem de birçok sahnenin mutlaka bir amaca hizmet ettiğini fark ettim, mesela Korpi’nin nehirde yıkandığı sahne, sadece vücudundaki yara izlerini gösterip “ne muharebeler gördü bu adam” demek için çekilmemiş, Naziler’in onun kim olduğunu öğrenmelerine yol açan künyeyi de ilk kez burada görüyoruz. İhtiyar madenci Aatami Korpi adında eski bir komando çıkıyor, birliğinin en korkulan askeriymiş. Korpi ailesini ve evini kaybetmesine yol açan Sovyet askerlerini ve devriyelerini avlamış. Üstelik emir-komuta zinciri içinde değilmiş, ordu onu doğaya bırakmış ve kendi işini kendi görmüş. 300’ü aşkın Sovyet askerini öldüren tek kişilik bir ölüm timiymiş. Ruslar komandoya bir lakap takmışlar: Ona “Koschey / Koschei” diyorlarmış, yani “Ölümsüz”. Haksız da sayılmazlar.
Nazilere üsteki generalleri “O adama bulaşmayın, derhal Norveç’e dönün” şeklinde bir emir veriyor ama altın hırsı (Bruno haklı olarak “savaştan sonra ancak bu altın sayesinde hayatta kalabiliriz, yoksa idam ediliriz” diye düşünüyor) onları mahva sürüklüyor. İyi ki de sürüklüyor çünkü böylece sinema tarihinin en eğlenceli Nazi avı filmlerinden birini izlemiş oluyoruz.
Sisu’nun her sekansında grafik şiddet açısından bir öncekinden çok daha şaşırtıcı ölümler bizi bekliyor. Akla gelebilecek en feci şekillerde korkunç ölümler izliyoruz. Film görsel dilinin sıra dışılığı bakımından bir tür mangaya, animeye dönüşüyor. Evet, çoğu ölüm mantık sınırlarının bir hayli dışında ama Korpi’nin bindiği atı havaya uçuran mayın sahnesinden itibaren aklı, mantığı bir kenara koyduğumuz için önemsemiyoruz, kendimizi görüntünün o kuşatıcı ritmine bırakıyoruz. Aatami Korpi ölümsüz olduğunun bilincinde gibi korkusuzca davranıyor, Naziler etrafını ağır silahlarla sarmışken bile hiçbir şey yokmuş gibi altınlarını toplamaya devam ediyor. İnsanı tedirgin eden bir cesareti var. Filmdeki Fin bir kadın ondan bahsederken “ölümsüz olmadığını, sadece ölmeyi reddettiğini” söylüyor. Korpi film boyunca tüfekle, ağır makinalıyla taranıyor, bir mayın patlamasından ve bir bombalamadan sağ kurtuluyor. Ayrıca cayır cayır yanıyor, asılıyor, bıçaklanıyor, feci şekilde dövülüyor ve şarapnellerle delik deşik oluyor. Uçak kazasından bile sağ kurtulduğunu söyleyelim. Aatami Korpi film ilerledikçe Aşil’i (Akhilleus) andıran yarı-insan yarı-tanrı olan mitolojik bir figüre dönüşüyor.
Sisu (2022) su gibi akan bir aksiyon filmi. Üçüncü bölümden altıncı bölümün sonuna kadar “Acaba şimdi kim nasıl ölecek?” hissiyle seyrediyoruz. Sisu’nun vücut bulmuş hâli olan Aatami Korpi son bölüm hariç hiç konuşmuyor, sessizliği ve eylemi yeğliyor. Bunun getirdiği bir çekicilik var.
Benim filmde en çok hoşuma giden ânlar, bir aksiyonun yaşanmadığı, bir nevi çizgi roman ikonografisi yaratan sahneler oldu; burada görüntü yönetmeni Kjell Lagerroos’un hakkını teslim etmek lazım, inanılmaz kareler yakalamış/yaratmış. Müfrezenin yanından atıyla geçtiği sahne, tankta Aatami Korpi’nin aslında kim olduğu (dış sesle) Nazi subayına anlatılırken üste bindirme yapan görüntüde dumanların içinde tepeyi tırmandığı sahne, etrafı hava kabarcıklarıyla doluyken nehrin yüzeyinde durduğu sahne, “YANMIŞ TOPRAK” (SCORCHED EARTH) bölümünün açılış sahnesi (özellikle rüzgâra karşı yürüyerek ağır adımlarla yokuş yukarı tırmandığı sahne), kentin yanışını seyrettiği kısım ve müfrezenin uçağın düştüğünü görmeden önce geçtiği su kıyısındaki ormanlık alan sahnesi (güneş ışığına dikkat) gibi bölümlerin tasarımına hayran kaldım.
Evet, Sisu “gore” öğeleri öne çıkan son derece kanlı bir istismar filmi ama demin birkaç örneğini kısaca andığım şiirsel sahnelerle güçlenen iyi bir sinema filmi de. Jorma Tommila ve Aksel Hennie üzerlerine düşeni fazlasıyla yapıyor ve unutulmaz portreler çiziyorlar. Keşke öncesini anlatan bir film çekilse de Aatami Korpi’yi tekrar iş başında görsek.
Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç
Post Views: 124
0 Yorum