“Seni diğerlerinden farksız yapmaya bütün gücüyle gece gündüz çalışan bir dünyada,
kendin olarak kalabilmek,
dünyanın en zor savaşını vermek demektir.
bu savaş bir başladı mı,
artık hiç bitmez!..”
E.E. Cummings
Poor Things (Zavallılar, 2023), hakkında kopartılan fırtınaya kıyasla zayıf bulduğum bir film oldu. Öncelikle Sezar’ın hakkı Sezar’a: Emma Stone ve Mark Ruffalo harika oynamışlar. Evet, yer yer abartılı ve teatral oldukları bölümler var ama dikkatli izleyince bunun o karakterin o anki ruh hâliyle uyuştuğunu fark ediyorsunuz, ikisinin de ödül sezonunda adlarının sıkça geçmesine şaşırmadım. Zavallılar’ın görsel dokusu güçlü, bize göz alıcı setler sunan müthiş bir prodüksiyon tasarımı var. Genellikle Bella’nın çocuksu zihninin Jules Verne romanlarının görsel dünyasıyla birleşmiş hâli gibi duran retro-fütüristik bir tarz benimsenmiş. Bir sahnede Godwin’in Bella’ya masal okuduğunu görüyoruz, ona Jules Verne hayal gücünün sınırlarını genişleten bilimsel romanlarını da okumuş olması sürpriz olmazdı.
Filmde en çok hoşuma giden detaylardan biri, Willem Dafoe’nin canlandırdığı karakterin adı ve lakabı (kısa adı) oldu. Bu doktorun adı Godwin Baxter. Çok net bir şekilde hem Frankenstein; or, The Modern Prometheus (1818) romanına hem de romanın yazarı Mary Shelley’ye yapılmış olağanüstü bir gönderme. Açıklayayım, Mary Shelley’nin gerçek (aile) soyadı Godwin’dir. Frankenstein romanında canavarın (monster) bir adı yoktur ama canavar bir yerde kendisinden yaratılan ilk insan olan Adam (Hz. Âdem) olarak bahseder. Bu durumda Dr. Frankenstein da Tanrı olmalıdır, en azından yarattığı canavarın gözünde. O yüzden Dr. Godwin Baxter’a, yarattığı kızın (Bella) “God” (Tanrı) demesi çok manidar. Hele Dr. Godwin Baxter’ı bu hâle getiren kişinin, çocukken onun üzerinde korkunç deneyler uygulayan öz babası olduğunu düşündüğümüzde…
Baştan söyleyeyim, ben henüz filmin uyarlandığı aynı adlı Alasdair Gray romanını okumadım ama açıkçası çok merak ettim çünkü bu filmin senaryosundaki bazı sorunların kitapta da olup olmadığını öğrenmek istiyorum. Bilhassa Bella’nın çok kısa bir süre zarfında birdenbire “aydınlandığı”, yürüyüşünün, konuşmasının ve bilinç düzeyinin bariz bir şekilde değiştiği/düzeldiği/ilerlediği son bölümü pek inandırıcı bulmadım. Sadece filmi izledim ve filmden çıktıktan sonra bu yazıya başladım, sürçülisan eylersek affola.
Öncelikle filmde en çok nefret ettiğim iki şeyle sert bir giriş yapayım. Filmin enstrümental müziklerinden ve lüzumsuz sıklıkta balık gözü lens kullanımından tiksindim. Film boyunca bize baskı altında yaşamanın, birey olmanın zorluklarını anlatan Lanthimos, hislerimizi belirli bir yöne kanalize etmek için müziği âdeta faşizan bir şekilde kullanıyor. Bazen aynı planda (evet, sahne değil “plan”) iki ayrı müzikle “tamam, iki saniye önce şu histeydin ama şimdi bunu hissetmeni istiyorum” dercesine duygu pompalıyor. Tabii biz bunlara ana akım Türk film ve dizilerinden, ağdalı Hollywood blockbuster’larından alışığız ama zaten görüntünün çok şey anlattığı bir yerde o yaylı çalgı eziyetine ne gerek vardı, ben anlamadım. Önce bunun Bella’nın çocuksu zihnindeki armoniden yoksun müziğin (ilk başlarda piyanoda çaldığı atonal ezgi gibi) bir varyasyonu olduğunu düşünüyordum, halbuki Bella bilinçlenmesine, Parisli sosyalistlerin toplantılarına katılmasına, sürekli kitap okuyarak kendini geliştirmeye başlamasına, tıp fakültesindeki (anatomi gibi) bazı dersleri takip etmesine ve zamanla sözünü esirgemeyen iyi-kötü bir düşünce insanına evrilmesine rağmen müzikler sadece küçük bir çocuğun rastgele uydurabileceği ahenksizlikte kaldı. Lizbon’da bir balkonda O Quarto’yu söyleyen kadını falan kastetmediğim bilinsin isterim, soundtrack’teki “Wee”, “Victoria”, “Goodbye Later Dove”, “Mother of God”, “Reanimation”, “Bella and Duncan” gibi parçaları kastediyorum.
Tıpkı yerli yersiz atonal müzik kullanımı gibi balık gözü lens kullanımının aşırılığı da beni yordu. İlk başlarda bunun da çocuk zihnine sahip Bella’nın dünyayı kavrama biçiminin bir uzantısı, bir temsili olduğunu düşündüm. Ama zamanla kafasına esen her yerde balık gözü lens kullanmaya başladı Lanthimos. Olabilir mi, olabilir. Sonra bunu niye yaptığını düşünmeye başladım. Lanthimos’un önceki filmi Sarayın Gözdesi’nde (The Favourite, 2018) bu lens kullanımı (özellikle kötü bir şeyin habercisi olan koridor sahnelerinde), saray hayatının öncülüğünü yaptığı bozuk düzeni simgeliyordu. Ve Kraliçe Anne’in kimi sahnelerinde tercih edilen tuhaf kamera açıları da bunu destekliyordu. Toplumsal çürümenin, görüntünün bile bozulduğu (sağlıklı görme imkânının yitirildiği) saraydan kaynaklandığı demekti bu. Bu bağlamda, Sarayın Gözdesi filminde biçim ve içerik uyumu söz konusuydu. Zavallılar’daki çarpık ve bozulmuş görüntü tercihlerine dair tutarlı bir açıklama aklıma gelmiyor, sadece yönetmenin bize daimî bir rahatsızlık, huzursuzluk hissi aşılamaya çalıştığı izlenimine kapıldım. Çünkü “Lizbon”, “Gemi”, “İskenderiye”, “Paris” ve “Londra” gibi bölümlere ayrılan film sürekli yeni bir görüntü rejimine kayıyor. Siyah-beyaz gotik dokunuşlu sahneler izlediğimiz gibi, şaşalı ve rengarenk masal sahneleri ya da yoksulluğun ve ölümün kol gezdiği sade ama vurucu bir sarı ve kahverengi ağırlıklı renk paleti de görüyoruz. Her bölüm farklı renk paletleriyle boyanmış gibi duruyor. Mesela “Gemi” bölümü bir sahne oyunu gibi bol ışıklı verilmiş, öte yandan Paris’teki kapalı mekân sahneleri az aydınlatılmış bir hayli karanlık planlardan mürekkep. Hatta yanılmıyorsam bazen 35 mm. film formatı dışında formatlar da kullanılmış. Hâliyle neşeli bir sahne de olsa kederli bir sahne de olsa filmin başından sonuna tüm bölümlerinde ve renk paletlerinde balık gözü lenste ısrarın gerekçesini anlayamadım. Ama sonuçta yönetmenin tercihi böyle. Benim filmin enstrümantal müzikleri ve kimi lens tercihleri konusundaki düşüncelerimin pek bir önemi yok ama bu güzel filmin değerini düşürdüğüne inandığım bir senaryo tercihini tartışmayı elzem buluyorum.
“Canavarlarla savaşanlar, (bu süreçte) bir canavara dönüşmemeye dikkat etmelidirler.”
Nietzsche
Öncelikle şunu söyleyeyim, bir istismar sineması hayranı olarak ben Zavallılar’ın içerdiği şiddet ve cinsellikten rahatsız değilim. Ayrıca filmin Paris’e kadar olan kısmını beğendim, Paris bölümünde Swiney’yle yapılan konuşmaları çok önemli buluyorum ama sonra ana karakterimizdeki (Bella) köklü değişimin nedenleri çok yüzeysel verilmeye başlandı gibi. Bu bir büyüme hikâyesi, bu fantastik dünyada zamanın en azından Bella için çok hızlı aktığını kabul ediyorum ama onun cinsel ve politik aydınlanması resmen aceleye getirilmiş. Anladığımız kadarıyla Paris sahneleri çok uzun bir zaman dilimine yayılmıyor, bunu aynı zaman diliminde gerçekleşen olayların (Godwin’in hastalığının ilerlemesi, Duncan’ın Bella’nın aşkından bir berduşa dönüşmesi gibi) mahiyetinden kavrıyoruz. Toinette’le sosyalistlerin iki tane toplantısına katılıp birkaç tane kitap okudu diye mi Bella bambaşka bir insana dönüşüyor genelevde çalıştığı birkaç ay içinde? Birdenbire toplumsal değer yargıları, cinsiyet rolleri ve genel ahlak üzerine ahkâm kesen özgür düşünceli bir kadınla karşılaşıyoruz ama bence filmin senaryosu bu hâliyle bu değişimin altını yeterince iyi dolduramıyor.
Üstelik Bella’nınki sadece düşünsel bir devrim de değil, Bella Londra’ya döndüğünde bir de bakıyoruz, onun o çocuksu yürüyüşü ile hâl ve hareketlerindeki robotumsu tutukluk gitmiş. Bize hiçbir surette nasıl olduğu gösterilmeyen ciddi bir fiziksel değişim söz konusu. Fiziksel değişim öyle bir raddede ki psikolojik değişimi de beraberinde getirmiş. Bella’nın o ilkel dürtülere dayalı aşırılıkları yok olup gitmiş, cinsel bir olgunlaşma yaşamış, kimliğini bulmuş. Afacan bir çocuk gibi meraklı olan, arzularına asla gem vurmayan sabırsız Bella yok artık. Nerede ve kiminle yaşayacağına kendi karar veren (Max ya da Alfie), ileride hangi mesleği icra edeceğini (cerrahlık) belirlemiş, hayli uzun, entelektüel ve ağdalı cümleler kullanan (babasını affettiğini söylediği sahneyi anımsayınız) kararlı bir Bella var. Ancak filmin General Alfie Blessington ortaya çıktıktan sonraki bölümünde bu yeni Bella’nın bir eylemi, etik konusunda önemli bir tartışmayı kucağımıza bomba gibi bırakıyor.
General Alfie Blessington filmin başında intihar eden hamile Victoria’nın kocasıymış. Dr. Godwin laboratuvarında, bebeğin beynini Victoria’nın bedenine monte ederek Bella’yı yaratmış. General, Bella’yı üzerinde yüzde yüz hak sahibi olduğu bir toprak parçası olarak gören pisliğin teki. Sırf gülmek için kötülük yapan bir insan müsveddesi, hizmetçilerinde bile nefret uyandıran saf kötülüğün timsali bir aristokrat. Bella’yı (Victoria) uyutup doktor arkadaşına kadının klitorisini aldırma (hatta vajinasını bir daha bir şey hissetmeyecek hâle getirtme) planları yapıyor ama Bella tesadüfen bunu öğreniyor. Yüzleştikleri sahnede general silahını çekiyor, üzerine çekinmeden yürüyen Bella’yla yaşanan itiş kakışta general ayağından vuruluyor ve kan kaybından bayılıyor. Bella onu bir şekilde Godwin’in evine götürüyor, ben buraya çok takılmadım çünkü generalin çalışanları ondan nefret ediyorlar, muhtemelen doktor da nefret ediyordur (sonrasında adamı arayan soran yok, hâliyle Bella’ya ulaşan da yok). Neyse, Bella baygın hâldeki generali laboratuvara taşıtıyor ve Dr. Max McCandles’a (kendisine Godwin’in yaptığı operasyona benzer) bir beyin transplantasyonu yaptırtıyor. Generalin beynini çıkartıyorlar. Sevimli bir keçiyi öldürüp beynini alıyorlar ve generalin bedenine yerleştiriyorlar. Bedeni generalin bedeni, beyniyse keçinin beyni olan amorf bir canlı ortaya çıkıyor. Benzer bir şekilde laboratuvarda yaratılmış olan çocuk-kadın (beyin çocuk, beden yetişkin bir kadın) Bella, bu keçi-adamı evin bahçesinde otlatırken içkisini yudumluyor. Bu bizi filmin ortalarında Harry Astley’nin Bella Baxter ve Martha Von Kurtzroc’la tartıştığı, daha sonra genelev patroniçesi Swiney’nin yeni bir perspektif kazandırdığı “kötülüğün doğası ya da kaynağı” meselesine götürüyor.
Harry insanın doğuştan kötü (evil) olduğuna inanan biri, daha çok Altın Dal’ın (The Golden Bough: A Study in Comparative Religion) yazarı James George Frazer ve Keşke Hiç Olmasaydık: Var Olmanın Kötülüğü’nün (Better Never to Have Been: The Harm of Coming into Existence) yazarı David Benatar çizgisine yakın duruyor. Harry insanın doğası gereği “ne ise o olduğunu” düşündüğü için eğitimle, felsefeyle, inançla/imanla değişebileceğine inanmıyor. Martha’ysa Harry’nin tam aksine, okumanın, felsefenin ve edebiyatın iyileştirici ve geliştirici gücü olduğuna inanan biri. Bella zamanla Martha gibi düşünmeye başlıyor ve Toinette’in de desteği ve yönlendirmesiyle Paris’te politik bir aydınlanma yaşıyor. Bol bol kitap okuyan, boş vakitlerinde akademinin anatomi derslerini takip eden, (çok net olmamakla beraber) sosyalist ekole yakın bir entelektüele dönüşüyor. Ve artık o da Godwin gibi bir cerrah olmak istiyor, hayali bu.
Filmin General Alfie Blessington ortaya çıktıktan sonraki bloğunun hikâyenin ana gövdesine hasar vermeye başladığını görüyoruz. Çünkü son bölüme kadar karşımızda bir kadın bedenine hapsolmuş bir çocuğun hızlı ve ilerlemeci bir büyüme hikâyesi vardı. Biz herhangi bir etik normla yetiştirilmemiş, zamanla kendi kurallarını kendi inşa eden (etmek durumunda kalan) Bella’nın cinsel ve politik uyanışını, özgürleşmesini izledik, bize sunulan buydu. Okudukça, öğrendikçe, deneyimledikçe büyüyen, serpilen, değişen, dönüşen, olgunlaşan, kendi ayakları üzerinde durabilen güçlü ve kararlı yepyeni bir kadın imajına tanıklık ettik ve kendimizi ona yakın hissetmeye başladık. Oysa filmin kilisede yarım kalan evlilik seremonisinden itibaren seçtiği yol, çift başlı bir sıkıntı doğurdu.
Bella generalin malikanesine gittiğinde, karnındaki bebekten bile nefret eden, hizmetçilere eziyet eden Victoria’nın aslında kötü biri olduğunu öğreniyor (Bella’nın Victoria’nın bedeninden ve Victoria’nın nefret ettiği fetüsün beyninden meydana geldiğini hatırdan çıkarmayınız). Yani, Bella’nın hamurunda kötülük var imiş. Sorun yok, şu an karşımızdaki Bella öyle biri değil. Ancak kendisine korkunç bir şey yap(tır)mayı planlayan generali öldürmek yerine ona yaptığı (yaptırdığı) şey, Bella’yı bariz bir şekilde korkunç biri yapmaya yetiyor. Bella gaddar generale uygun gördüğü cezayla bilinçli bir şekilde kötülüğe meyletmiş oluyor ya da film onun genleri itibariyle köklerine/özüne (Victoria ve karnındaki bebeği) döndüğünü ima ediyor. Bella da Luis Bunuel’in Tristana’sı gibi tartışmalı bir figüre evriliyor.
Bella’nın generalin beyni yerine masum ve şirin bir keçinin beynini monte ettirip, laboratuvar ürünü keçi-insanı bahçede süs hayvanı gibi beslemeye devam etmesinin, bizzat kendisine (anne ve fetüse) yapılan şeyden (ki Victoria tıbben ölmüştü) ya da Godwin’in babasının Godwin’e yaptığından ne farkı var? Keçi-insan bahçede melerken onu izleyip hazzetmenin, huzur içinde kitap okumanın, yanındakilerle şakalaşıp içki yudumlamanın ardında hiç mi şeytani bir şey yok sizce? Bu keçi-insanı yaşam süresi boyunca asla evden çıkaramayacağın gibi, eve bir misafir ya da yabancı geldiğinde gizlemek zorundasın da… Tabii Max, Bayan Prim, çocuksu Felicity bu durumu çoktan içselleştirmişler. Peki ya sosyalist Toinette? Herkes bu normalmiş gibi hayatına devam ediyor.
Şimdi ben bu görüşümü belirten bir tweet attığımda bazı kullanıcılar, generali öldürmek yerine onu bir bahçe hayvanına dönüştürmenin tam da (generali hayvandan da aşağı gören) Bella’ya uygun bir hareket olduğu yönünde görüş belirttiler (eşim de bu görüşte). Eğer öyle olsa, bu filmi daha da tehlikeli bir düzleme çeker, ben ona hiç değinmedim. Yani filmin başındaki Bella böyle bir davranışı elbette yapar çünkü o iyiyle kötüyü ayırt edemeyen hatta doğru düzgün yürüyemeyen (tanıştığı insana yumruk atan, porselen tabakları zevk olsun diye kıran, istediğini almayınca ortalığı yıkan, dürtülerine teslim olan) küçük bir çocuk (“zihnen”) ama filmin finalindeki Bella, filmin başındaki Bella değil. Herhangi bir toplumsal normla kuşatılmadığı için kendi yolunu kendi açmış ve zamanla kendi değer yargılarını ortaya koymuş (bilhassa İskenderiye’de tanık olduğu travmatik deneyimden sonra), hayatta ne istediğini (nerede ve kiminle yaşayacağını, hangi işi yapacağını) bilen, aklına yatmayan bir şeyi sorgulayan olgun bir Bella var. Harry’nin deyimiyle “kendini gerçeklerle kuşatıp koruyan” bir Bella bu. Bella, Paris’teki hayatının belirli bir noktasından itibaren “yetişkin” kabul edilebilecek daha gerçekçi bir insan. Eğer “Bu hâlâ bir çocuk, nesi var dürtüsel olarak bir insanı kobay olarak kullanan ve onu bir hayvana dönüştüren deney yapmışsa?” diyorsanız, Lizbon’da ve Paris’te onca cinsel deneyimi yaşarken ve genelevde erkeklerin arzu nesnesi olarak bedenini sunarken daha bir çocuk olduğunu zımnen kabul etmiş olursunuz, ki bu daha korkunç.
Zavallılar’ın (Poor Things) Pauline Reage’ın (Anne Desclos) Story of O, Emmanuelle Arsan’ın Emmanuelle romanlarıyla birçok Marquis de Sade öyküsünü çağrıştırdığını kabul ediyorum, o edebiyattan beslendiği gün gibi ortada ama senaryo bir şekilde o çarpıcı “İskenderiye” bölümünden itibaren Bella’nın zihin yaşının beden yaşına yaklaşmaya başladığını hissettiriyor. Bir büyüme hikâyesi izliyoruz. Tabii Bella’nın Godwin’e yazdığı mektupların mahiyetini düşününce çocuksu yanını görüyoruz, ürkütücü ama öyle. O mektupları aklen kendi kararlarını kendi verebilecek yaşta bir yetişkin yazmış olabilir mi, emin değilim. Ama tekrar edeyim, benim takıldığım nokta bu değil, sonuçta bu bir peri masalı, bir büyüme hikâyesi. Ben Bella’nın Paris’te yaşadığı sıralarda okuyarak, deneyimleyerek, sosyalistlerin toplantılarına katılıp siyasi bir bilinçlenme yaşayarak olgunlaştığını ve yetişkin bir kadın olduğunu kabul ettiğim bir senaryoda dahi filmin finalini etik açıdan sorunlu buluyorum.
Bella generali herkesten gizleyeceği ve ömür boyu evde kilitli hâlde tutacağı bir süs hayvanı yaparak kendiyle çelişmiş oluyor. Biz film boyunca başta Godwin ve Max olmak üzere, sonra Duncan, en sonunda da Alfie Blessington üzerinden Bella’nın bedenini sömürmeye çalışan, sömürmese bile onu kapalı bir yerde (ev, malikane vb.) kıymetli bir süs eşyası gibi, bir tutsak gibi kilit altında tutmaya çalışan erkekleri izledik. Hepsi de Bella’nın üzerinde bir şekilde tahakküm kurmaya ve onu kendine saklamaya çalıştılar. Bella’nın yaptığı şey, bunun bir türevi, çünkü şunu asla unutmayın: Bella, generalin beynini/zihnini bir keçiye yerleştirmiyor! Yani derdi, generalin bir keçi bedenindeyken, o güne kadar başkalarına ettiği kötülüklerin bir tür cezasını görmesi/çekmesi değil. Beyin/zihin keçiye ait, sadece beden generalin. Burası inanılmaz önemli, bence cezayı çok beğenen, “Hak etmişti” diye gören seyirciler bunu kaçırıyor. Yani generalin hissetme/algılama organı (beyin) yok olmuş, adam teknik açıdan ölmüş. Bella’nın beyin nakli sayesinde ulaştığı tek sonuç, generalin bedenini bahçede bir keçi gibi otlarken, melerken seyretmiş olmak. Bunun saf kötülükten, canavarca bir hazdan başka ne anlamı olabilir? O bedende bir insan bilinci yok ki? Bu kime verilmiş bir ceza? Keçiye mi?
“Bir Tanrının yükümlülükleri seni korkutuyorsa benim için Tanrı olmayı kabul etmemeliydin; Tanrıların o kadar da şefkatli olmadığını herkes bilir.”
O’nun Hikâyesi
“Etik açıdan” bir diğer problem de Dr. Max McCandles’ın geçirdiği dönüşüm. Önce çok küçük bir kıza âşık oldu, hadi geçelim. Sonra onunla evlenmek istedi ve bir ömür boyu onu evde kapalı tutmayı kabul etti, hadi onu da geçelim. Bu çok sevdiği kızdan -bal gibi biliyor olmasına rağmen- onun aslında ne/kim olduğunu çıkarı icabı gizledi, hadi bunu da geçelim. Bunları geçmemek lazım ya, neyse… Bella gurbetteyken Dr. Godwin’e yardım edip Bella benzeri başka bir kız çocuğu yarattılar, hadi o felaketi de geçelim. Hadi, hepsini yuttuk, sindirdik. Her şeye rağmen Bella’yı kabullendi, filmde en çok takdir ettiğim ve sevindiğim hareketi bu oldu, harbiden onu seviyormuş. Ama… Bella ona generali baygın hâlde getirdiğinde sırf o istiyor diye onu cerrahi operasyonla keçi-adama çevirmesini ne yapacağız? Dr. McCandles meslek etiğinden nasibini almadığı gibi o da aklını yitirmiş. Hadi Bella öfkeyle bu kararı aldı, McCandles’ın hemen kabul edip, laboratuvara gidip ameliyat masasında generalin beynini sökmesi (teknik olarak onu öldürmesi, insan oluşuna bir son vermesi) ve yerine keçi beynini yerleştirmesi bir tek bana mı feci geliyor? Sevmek, insanlıktan çıkmış olmayı gerektirmez, gerektiremez. Bir insan âşık olduğu insan istedi diye birini öldürebilir mi? Evet, öldürebilir ama bu onu iyi bir âşık değil, katil yapar. Öldürdüğü insanın “keçi beyni monte edilmiş bedeni” bahçede meleyip otlarken de hiçbir şey yokmuş gibi içki içip kadınlarla havadan sudan konuşup şakalaşmaz. Bu ne biçim bir doktor? Nasıl bir insan bu? Daha doğrusu, insan mı bu?
Hadi Godwin’in yardımcısı Bayan Prim başından beri böyle bir atmosferde, peki ya sosyalist Toinette? O da hâlinden pek memnun gibi. Toinette’e göre de bahçede otlayan bir keçi-insan gayet normal… Sonuç olarak, filmin finalindeki “bahçe keyfi sahnesinde” benim kriterlerime göre ahlaki açıdan sorunlu olmayan tek bir insan var, o da etrafında neler döndüğünün bile farkında olmayan -filmin başlarındaki Bella’yı anımsatan- zavallı Felicity. Geri kalanlar insanlığını yitirmiş gibi geliyor bana.
Neyse, sonuçta ben kendi adıma, bu finali acayip rahatsız edici buldum. Bana Bella’nın, Toinette’in, McCandles’ın etik açıdan tümüyle yanlış bir şeyin parçası olduğunu düşündürttü. Godwin’in babası, oğlunun üzerinde onun çeşitli organlarını işlevsiz kılan korkunç deneyler tatbik etmişti. Babasının bilim uğruna tutkuyla yaptıklarına hayranlık duyduğunu gizlemeyen Godwin’in uzmanlık alanı, bir canlı türüne ait beyni/zihni başka bir canlı türüne monte etmek, kısacası bir beyni ait olmadığı bir bedene ömür boyu hapsetmekti, daha sonra bunu insanlar üzerinde denemeye başlamıştı (Bella, Felicity). İşin üzücü kısmı, Bella da cerrah olarak kocasıyla birlikte bu yolda yürümeye karar vermiş. Film, sonunda Harry’nin “İnsanlar olduğu gibidir, hiçbir surette değiş(tiril)emez” tezini haklı çıkardı, benim için kabul edilemez olan budur.
Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç
NOTLAR
Not 1: Ben Zavallılar’ın (Poor Things) “feminist” bir film olduğu iddiasına pek katılmıyorum ama bu konudaki görüşümü detaylandırmayacağım, boşu boşuna linç edilirim ama yakında kimsenin kolay kolay laf edemeyeceği önde gelen saygın feminist yazarların bu iddiayı ayakları yere sağlam basan basit tezlerle savunulamaz hâle getireceklerine eminim. Feminist bir filmmiş gibi pazarlanan Titane filmi için de böyle düşünüyorum. Bekleyip görelim.
Not 2: Bella’nın yaşı meselesi, aslında filmin bam teli. Elbette Bella’nın biyolojik değil, zihinsel/psikolojik yaşını kastediyorum, o yüzden filmi “bir kadının özgürlük yürüyüşü” olarak değerlendirenlerin basit ama tehlikeli bir soruya “Evet” diye cevap vermeleri beklenir: “Zihinsel/psikolojik yaşı (“durumu”?) Bella’nınki gibi olan kızınızın, yeğeninizin, torununuzun ya da sevdiğiniz birinin canı istiyor diye kendinden yaşça çok büyük bir adamla başka bir ülkeye tatile gitmesine ya da başka bir ülkedeki genelevde çalışmasına gönlünüz razı gelir miydi?”
Not 3: Yukarıdaki soruyu demagoji hatta totoloji yaparak savuşturmaya çalışanlar elbette olacaktır. Bir kısmı Bella’nın zihinsel gelişim açısından yaşını o zamanlar evlenme yaşı olarak genel kabul gören yaşa yaklaştırmaya çalışacaktır (diyelim 15) ama Bella’nın bu süre zarfında yazdığı mektupların içeriği, kullandığı dilin ve cinsel birleşme (seks) hakkındaki ifadelerinin çocuksuluğu (“furious jumping” vb.) bu savı bir hayli zayıflatacaktır. Hadi diyelim Bella kabul edilebilir bir psikolojik yaşta olsun, bu sefer de filmdeki ikinci bir sahneyi nasıl açıklayacağız? Adamın biri geneleve geliyor, yanında iki tane oğlu var, sağ olsun, onları da getirmiş. Güya çocuklar seks hakkında bilgi almaları gereken bir yaşa gelmişler (çocuklardan biri maksimum 12 yaşında, öbürü 9 var mı, emin değilim), adam Bella’yla genelev odasında seks yaparken bu iki ufak oğlan çocuğu cinsel ilişkiyi seyredip not tutuyorlar. İzahı zor bir sahne. Tıpkı avukat beyin daha Bella’yı ilk kez gördüğünde onu hemen elle taciz etmesi gibi… Film boyunca “tüm ayrıntılarıyla gösterilmese de olurdu” kabilinden böyle birbirinden acayip istismar sahneleri gırla gidiyor. Sırf provokasyon olsun da konuşulalım diye konmuş sahneler bunlar. Günümüzde Bella’ya yapılanları yapanlar yakalanırlarsa medeni bir ülkede tutuklanırlar, bunu hepimiz biliyoruz. Tabii filmi beğenen film eleştirmenleri yazılarında, yorumlarında bu sahnelerden ya üstü örtülü bahsedecekler ya da hiç bahsetmeyecekler, çoğu “ahlakçı” damgası yememek için Bella’nın yaşı meselesinde net bir görüş vermekten kaçınacaktır, göreceksiniz. Halbuki Bella’nın hikâyenin büyük bir bölümünde “reşit” kabul edilebilecek bir (psikolojik/zihinsel) yaşta olmadığı aşikâr, (filmsel zamanda en erken) Paris’teki son haftalarına kadar (sosyalistlerle toplantılara kadar) karşımızdakinin daha bir çocuk olduğunu görmezden gelemeyiz. Bence durum bu, eser ortada, izleyip kendiniz karar verin.
Not 4: Yazının öğlen yayınlanan versiyonunda bazı değişiklikler yaptım. Bu yazı yazıldığı sırada Alasdair Gray’in romanını henüz okumamıştım, o yüzden romanla filmi kıyaslayamadım, sadece sezgisel olarak bazı tahminlerde bulundum. Şimdi kitabı okuyorum, bu tahminlerin bazıları tutmuş (Bella’nın psikolojik/zihinsel yaşının bedensel/biyolojik/fizyolojik yaşını yakalaması ya da Bella’nın Paris günlerinde dünya görüşünün olgunlaşması kitapta görece daha iyi anlatılmış, Reage ve de Sade’ı hatırlatan yerler de çok). Bazı açılardan (Bella’nın Godwin’e karşı hisleri, Godwin’in ona karşı hisleri vs.) kitabın da kendine has karanlık tarafları olduğunu söylemem lazım.
Not 5: Cummings çevirisini, Doğan Cüceloğlu’nun Savaşçı adlı kitabından aldım.
“To be nobody but
yourself in a world
which is doing its best day and night to make you like
everybody else means to fight the hardest battle
which any human being can fight and never stop fighting.”
Post Views: 173
0 Yorum