“Ronin toprağı veya efendisi olmayan köylü asker ya da samuraylara denirdi. Onlar onurlarını ya da efendilerini yitirdiklerinden ülkede durmadan dolaşır ve başka bir lord kendilerini yanma alana dek geçinmeye çalışırlardı. Bir Ronin’in yeni iş bulması da çok zordu.”
Şogun
Brian De Palma’nın yönettiği Görevimiz Tehlike’nin (Mission: Impossible, 1996) 450 milyon dolarlık vizyon geliriyle o yılın dünya çapında en büyük gişe başarısını elde etmesinin ardından (Tom Cruise’un sadece bu filmden o tarihte tek başına 20 milyon dolar kazandığı söylenir) benzer temaları (casusluk, karşı-casusluk ve önemli bir nesneyi/cihazı/silahı ya da bilgiyi ele geçirme) ele alan yapımların sayısı artmaya başladı, Enemy of the State (Devlet Düşmanı, 1998) ile Ronin’in (1998) bu dönemin öne çıkan filmleri olduğunu söyleyebilirim.
Ronin’i kült mertebesine çıkaran birkaç temel özelliği var. Öncelikle olağanüstü bir kadrosu olduğunu söylemem lazım. Yönetmen koltuğunda gerilim (Seven Days in May, 52 Pick-Up), aksiyon (The Train), suç (Black Sunday, French Connection II) ve casusluk (The Manchurian Candidate) sinemasının en büyük isimlerinden John Frankenheimer var. J.D. Zeik’in yazdığı senaryoya son hâlini veren David Mamet.
*** Yazının bundan sonrası sürprizbozan (spoiler) içermektedir ***
Ronin’in oyuncu kadrosu da bir acayip. Robert De Niro, Jean Reno, Natascha McElhone, Stellan Skarsgard, Sean Bean, Michael Lonsdale, Jonathan Pryce bir arada. Jean Reno Görevimiz Tehlike’de kötü adamın sağ kolunu oynuyordu ama Sean Bean (GoldenEye), Michael Lonsdale (Moonraker) ve Jonathan Pryce’ın (Tomorrow Never Dies) üçünün de birer James Bond filminde başkötüyü (main villain) oynadığını bildiğinizde işler ilginç bir hâl alıyor. Brian De Palma’nın Jon Voight’i Görevimiz Tehlike kadrosuna almasının en önemli gerekçesi seyircinin ondan asla şüphelenmeyeceğine dair bir öngörüydü. Halbuki Frankenheimer, De Niro’nun karşısına Reno, Bean, Lonsdale ve Pryce’ı çıkartarak onu ve seyirciyi tam bir cenderenin içine atmış oluyor. Bu karakterlerden hep bir sürpriz bekliyorsunuz. Sürpriz şurada: Bean kötü adam çıkmıyor (ilginç bir şekilde ölmüyor da), Lonsdale iyi adam çıkıyor. Beklenmedik hamleler ise Skarsgard ve McElhone’dan geliyor. Müthiş bir kasting, bence sinema tarihinin en iyilerinden…
Ronin’de en çok sevdiğim şey, tüm operasyonların bir şekilde ters gitmesi. Hiçbir iş tereyağından kıl çeker gibi gerçekleşmiyor ki gerçek hayatta da az çok bu böyledir. İlk teslimattan herkesin peşinde olduğu gizemli çantanın ele geçirildiği operasyona, Ruslar’ın çantayı para kaptırmadan ele geçirmeye çalıştığı ilk iki operasyondan o meşhur kovalamaca sahnesine, Gregor’un tek kozunun elinde (“kafasında” mı desek?) patlamasında kanlı finale kadar ihanet ve kötü şansla örülü bir yolculuk bizi bekliyor. Herkes birbirine ihanet ediyor, herkes bir şekilde belasını buluyor, yoldan geçen masum insanlar bile. 5 kişilik operasyon ekibin birinin kendiyle böbürlenen vasıfsız bir sahtekâr, ikisinin “hain” çıkmasından tim sorumlusu Deirdre’nin (vizyona giren filmden kesilen ama yönetmenin kurgusunda karşımıza çıkan) akıbetine kadar sayısız sürprizle dolu bir film Ronin. Ana karakterlerin hepsi ya vurulup yaralanıyor ya da ölüyor. Yan karakterlerin de çoğu nalları dikiyor. Çok kanlı, bol aksiyonlu bir film bu.
Ronin çemberin sürekli daraldığı dur durak bilmeyen bir kovalamaca içermesine rağmen ana karakterlerini yapılandırmayı ihmal etmiyor. Unutulmaz açılış sahnesiyle birlikte Sam’i tanıyoruz (“Hanımefendi, ben nasıl çıkacağımı bilmediğim yere asla girmem”). Onun o yılların verdiği tecrübeden kaynaklı temkinli yapısı zamanla müthiş bir katalizöre dönüşüyor, Robert De Niro o kadar iyi oynamış ki gözlerinizi ondan alamıyorsunuz. Bugün bazıları kült statüsüne erişen replikleri de birbirinden mükemmel.
– Kimseyi öldürdün mü hiç?
– Bir defasında birinin kalbini kırmıştım.
Filmde bir operasyonun nasıl yapılması gerektiğini gösteren bütün sahneler heyecan verici, favorim, düşmanlarını tanımak için Sam’in otelde düzenlediği mizansen. Yine de Sam film boyunca birçok olayda çuvallamaya devam ediyor. Hem Gregor hem Deirdre onu birden fazla kez faka bastırıyor, hatta iki ayrı çatışmada vuruluyor da. Seamus’u da elinden kaçırıyor. Açıkçası mesleğinin âdeta kurdu olan bir başkahramanın defalarca hata yapması aksiyon filmlerinde pek rastlamadığımız bir durum. Ronin’in en sevdiğim özelliği, işte bu öngörülemezliği. Hollywood bu konuda genelde bizi kandırır, film boyunca -ilk plan hariç- hep tıkır tıkır işleyen planlar görürüz, halbuki insan faktörünün en büyük ve en belirgin değişken olduğu casusluk/karşı-casusluk gibi alanlarda John le Carre’ın de sıklıkla vurguladığı gibi her an her şey olabilir. Ronin her an her şeyin olduğu zımba gibi bir casusluk filmi.
John Frankenheimer aksiyon sahneleri haricindeki bölümlere büyük özen göstermiş. Bu sahneleri hemen kestirip atmıyor, ne kadar zamana ihtiyacı varsa o kadar kullanıyor. Sam’in karnına yediği kurşunun çıkarıldığı ameliyat sahnesi ve açılış sahnesi buna iyi bir örnek. Bunlar dolgu sahneleri değil, karakterlerin kim olduğunu bize tanıtan arka-plan sahneleri. Karakterler birbirleriyle konuşuyor, şakalaşıyor, tartışıyor hatta zaman zaman geriliyor. Hemen her karakter film ilerledikçe derinleşiyor, bazılarının kişisel özellikleri hakkında fikir ediniyoruz, bazılarının hangi işte usta olduğu (bilgisayar, kaçış şoförlüğü vb.) ortaya çıkıyor. Filmi defalarca izlediğim için söylüyorum, Jean-Pierre ile Sam, Jean-Pierre ile Vincent, Sam ile Vincent, Sam ile Deirdre arasındaki konuşmalar son derece ekonomik tutulmuş ve içlerinde filmin hikâyesine hizmet etmeyen (filmden çıkarılmasında mahsur olmayan) cümle yok denecek kadar az. Sam’in hazırcevap esprileri ile Jean-Pierre’in Ronin’leri anlattığı kısımlar favorim. Çok iyi yazılmış bir senaryo bu.
Gelelim filmi unutulmaz kılan o müthiş aksiyona… Ronin (1998) bir zaman kısıtında hareket ettiği için temposu neredeyse hiç düşmüyor. Hikâyesine ustaca serpiştirilmiş çok sayıda silahlı çatışma izliyoruz. Tabancalar, tüfekler, roketatarlar… Her şey kullanılıyor. Boğazı kesilerek ya da araba kazası neticesinde ölen bile var. Bir sürü masum mukim, bir sürü masum turist sırf o an orada (Paris, Nice vs.) bulunduğu için yaralanıp ölebiliyor. Ronin kamuya açık alanlarda aksiyon inşa ettiği için bu durum son derece gerçekçi işlenmiş.
Filmin en büyük kozu, araba takip sahneleri. İkisi de heyecan dolu ama bilhassa son kovalamaca olağanüstü. Sayısız aracın birbirine girdiği nefes kesici bir keşmekeşe tanık oluyoruz, bittiğinde resmen yoruluyoruz. Bu sahnede William Friedkin’in Live and Die in L.A.’deki gibi bir otobanda tersten giden araç kovalamacası da var. Silahlı çatışmada vurulup ölen araç sürücüleri, feci kazalarda can veren masum insanlar… Sinema tarihinin en iyi takip sahnelerinden biri olduğuna kuşku yok.
John Frankenheimer’ın bir başka başarısı da aslında çantada tam olarak ne olduğunu hiç göstermemesi. İçeriğin netleşmemesi filme merak duygusunu diri tutan ayrı bir gizem katıyor. Çantada, IRA’nın barış anlaşması imzalamasının önünü tıkayabilecek bir şey olduğunu tahmin ediyoruz ama bunun ne olduğu bize hiç söylenmiyor, bu da filmin Kiss Me Deadly ve Pulp Fiction gibi klasiklerle bir bağ kurmasına vesile oluyor.
John Frankenheimer demişken ona haksızlık edildiğini düşündüğüm bir noktayı (güya Ronin’den önce “bitmişmiş”) düzeltme ihtiyacı hissediyorum. Evet, olaylı setinden sonra ortaya parlak bir şeyin çıkamadığı o vasat Dr. Moreau’nun Adası (The Island of Dr. Moreau, 1996) yüzünden Frankenheimer’ın karizması bir hayli çizilmişti ama Ronin’e gelene kadar son dört yılda birbirinden sağlam TV filmleri çektiği gözden kaçırılıyor. Attica Cezaevi’ndeki o meşhur isyanı anlatan Against the Wall (1994), Raul Julia’nın kariyerinin belki de en iyi performansını ortaya koyduğu politik gerilim The Burning Season (1994), Andersonville (1996) ve George Wallace (1997). Bunların dördü de önemli adaylıklar (Altın Küre, Primetime Emmy vs.) ve ödüller alan politik damarı güçlü dramalardır. Yani Frankenheimer’ın Ronin’le küllerinden doğduğu falan yok, bunu çok sık duyuyorum, okuyorum ama bu haksızlık, kendisi zaten iyi filmler çekmekte olan prestijli ve ödüllü bir sinemacıydı. Ronin çaktırmasa da politik damarı güçlü casusluk filmidir. Bu bakımdan Spy Game (2001), The Lives Of Others (2006), Charlie Wilson’s War (2007), Tinker Tailor Soldier Spy (2011), Argo (2012), A Most Wanted Man (2014) ve Bridge of Spies (2015) gibi klasiklerle aynı ligdedir. Üstelik aksiyonu bu güzel filmlerin tamamına beş çeker. Bence Ronin (1998) gelmiş geçmiş en iyi ve en heyecan verici aksiyon filmlerinden biri, izleyince bana hak vereceksiniz. İyi seyirler…
KAYNAKLAR
Post Views: 1
0 Yorum