Hayao Miyazaki, uzun zamandır filmlerini severek izlediğim ve izlerken iyi vakit geçirdiğim yönetmenlerden biri. Son filmini incelerken de aslında genele yayarak biraz kendisinden ve filmografisinden bahsetmek de istiyorum çünkü daha önceki yazışımın üstünden 6 sene geçtiğini fark ettim.
İlk olarak Spirited Away filmiyle izlemeye başladığım Miyazaki için oyuncu Metin Akdülger’in ‘her izlediğimde kendimi çok Miyazaki hissediyorum’ tabiri tam da doğru tabir sanırım. Çünkü izlerken eğlenceli ve aynı zamanda duygusal vakit geçirsem de Miyazaki aslında tam olarak bana hitap bir yönetmen olmadı; ben de kendimi, onu her izlediğimde onun evreninden kimseye benzemeyen işler izlemiş olarak nitelendiriyorum diyebilirim. Bir sürü koyu hayranı var arkadaşlarımla sohbet ederken farkına varıyorum. En çok neyini sevdin mesela veya en sevdiğin filmi hangisi dediğimde zaten artık kalıplaşmış şekilde ilk soruya bir sürü açık kapalı göndermesi var, ikinci soruya da Howl’ Moving Castle cevabını almış oluyorum. Açık kapalı göndermeler veya filmin ne anlatmak istediğini tam olarak bilmeyen bir kitle olması da biraz kafa karıştırıcı aslında. Ben kendi sevme sebebimi söylemek isterim; tek başına The Wind Rises. Bu filmi yapmış olan bir insanın her filmi beklentimim üstünde olur diye düşünüp neredeyse bütün filmlerini izledim. Yetişkin ama aynı zamanda çocuk, gerçekçi ama aynı zamanda gerçeklikten oldukça uzak olan filmleri, çocuk karakterlerle aslında onları mükemmel olarak çizmeden bizi peşinde koşturması ve kötü olarak tasvir edilen büyücülerin bile bir şeylere belki de severek bağlandığını sunması gerçekten oldukça öznel ve kıymetli işler.
İzlerken çoğu zaman Miyazaki ve filmleri için yumurta tavuk ikilemini düşünürdüm. Sevdiği şeyleri bilinçaltında işleyip anlattığında veya dertlerini toparlayıp yine anlatacak hale getirdiğinde ortaya çıkan tabloyu yalnızca animeler mi karşılar; yoksa anime yapmayı sevdiği için mi anlatmak istediklerini bu yollarla ve süslü epik sahnelerle anlatıyor sorularına cevap bulmayı çok istemedim açıkçası. Ropörtajlarından ikisinin karışımı bir noktada olduğunu düşünsem de daha çocuk yaşlarda izlemeye başladığım için içimde hep gizemli büyülü şekilde kalsın istedim. İşte bu gizemli büyülü kısmın tam ortasında da benim için The Wnd Rises oturuyor. Yıllarca sevdiğim filmleri iki üç defa sinemada bile izlemiş biri olarak o filmi ve Emir Kusturica’nın Time of the Gypsies filmini sadece bir kere izledim. Çünkü sanırım bazı filmler sadece hayatının bir anında bir defa izlemek için var olan veya öyle olması gereken filmler. Gerek yaş gerek o an içinde bulunulan izleme koşulları bazı filmleri hatta bazı sahnelerini asla aklımdan silinemeyecek ama aşağı veya yukarı çıkmasını istemediğim bir noktada tutmayı başarıyor. Rüzgâr Yükseliyor da tam böyle anlardan birinde izlediğim, Miyazaki’nin gökyüzü ve uçma sevgisine bir selam durarak emekli olmaya kadar verdiğinde izleyiciye sunduğu son filmiydi. Peşinde koşulan hayalinin hayata geçmesi sonucunda aslında kötü sonuçlar doğuracak şekilde kullanılmasını gören hevesli mühendisin hayal kırıklığı ve karısının iyi şekilde hatırlanmak istediği için finalde onu terk etmesi sahneleri bence hala oldukça etkileyici sahneler. Diğer filmlerinde hiçbir zaman böyle bir tat alamadım. Hepsini izlerken çok sevdim ama sonrasında uzun yıllar detaylıca hatırlamadım.
The Boy and the Heron da emekli olmaktan -iyi ki- vazgeçen Miyazaki ve onun yetenekli stüdyosu Ghibli tarafından 7 senede elle çizilerek tamamlanan yeni filmleri. Her zamanki gibi gerçeğe harmanlanmış hayal ve aydınlığa katılmış karanlık gibi. Karanlık dediysem filmi sadece çocuk filmi olmaktan ayıran bir gri hava olarak nitelendirmek belki de daha doğru. Filmde yine aşina olduğumuz bir çocuk başrolümüz var, bu defa erkek. Hata yapan ve tamamen saf olarak lanse edilmeyen Miyazaki çizgisinde bir çocuk portresi. Ve yine o çocuğun hayal dünyasına dalarak bir şeylerin birinin kafasından daha genele ulaşılarak düze çıkarılması ve mesaj vermesi amaçlanmış. İşte tam bu noktada da devreye ben ve benim gibi benzer sever kitlenin yaşımızın ilerleyişi ve bu tarzın bir şekilde bu sefer bizi içine çekemeyişi sorunsalı beliriyor. Yani evet bir çocuğun annesinin kaybına alışması, hayatın bir akışı olduğunu ve herkesin o akışta bir yeri olduğu ve sonunu bilse dahi yine aynı şekilde yaşamayı ve belki de aynı şekilde sevmeyi seçmesini anlatmak için biraz fazla uzun ve ağdalı bir yol seçilmiş. Özellikle ilk yarı bize karakterleri ve filmi tanıtmak açısından olsa gerek diye düşünüyorum o kadar yavaş akıtılmış ki; sahnelerin güzelliği ve çizimlerin etkileyiciliği bile upuzun tıkanık sahnelerde kaybolup gitmiş. Bazı karakterlerin sonradan eklenmesi de yetişkin çizgisine kayan filmin zaman zaman yine çocuk kitleye geri dönmesine sebebiyet vermiş. Yanımda oturup ‘e bu ne yani bitti mi?’ diyen çifte hak vermek iztemesem bile; keskin bitişine fazla rastlamadığım ve hala bir yerlerde yaşamlarına devam ettiklerini düşündüğüm Miyazaki karakterinin aksine Mahito’nun yaşayacakları çok da ilgimi çekmedi. Konakta diğer yaşayan ekip ve sığ baba karakterinin herhangi bir şekilde karakter değişimine uğramaması da diğer eksiler.
Her şeye rağmen neredeyse on yıl aradan sonra Hayao Miyazaki’yi sinemada izleyebilmek bana büyük keyif verdi. Keşke stüdyosunun imzası olan elle çizimden biraz taviz verse de hızlıca aklındakileri daha çok çekebilse diye düşünmüyor değilim bazen, ama Miyazaki’yi Miyazaki ve Ghibli yapan noktalardan birinin de zaten bu emekler olduğunun farkındayım. Yaşım büyüse de eskiden olduğu kadar renkli ve Miyazaki bakış açısıyla izleyemesem de -ki bunda keşfettiğim başka yönetmenler ve yüzlerce yeni film izleyişimin de etkisi var- yine de her zaman severek ilk gününe bilet alıp beni alıp götürsün istediğim yönetmenlerden biri olarak kalacak.
0 Yorum