Jack Nicholson’ın Five Easy Pieces (Beş Kolay Parça, 1970) diye mükemmel bir filmi var. Nicholson, Robert Dupea (Bobby) adında bir işçiyi oynuyor ama film ilerledikçe aslında zengin ve seçkin bir aileden gelen eğitimli ve donanımlı bir piyanist olduğu ortaya çıkıyor. Film boyunca onun duygusuz, ruhsuz hatta kendinden nefret eden dengesiz biri olduğunu düşünmeye başlıyoruz; hiçbir zaman ondan beklenen hareketi yapmıyor, her şeyle dalga geçebiliyor, acımasızca yorumlarda bulunabiliyor, sıkıyı görünce kaçma eğilimi var, kavgacı ve gürültücü. Başkalarının ne hissettiğine önem vermeyen, aklına eseni söyleyen ve yapan, bencil bir sosyopat profili çiziyor. Sonra aslında Bobby’nin hislerini bastırmak için büyük bir çaba sarf ettiğini anlamaya başlıyoruz, tabii bazen o hisler bir öfke nöbetinde ya da bir piyano sonatında ortaya çıkma eğilimi gösteriyor… Ve filmin en önemli kırılma anında, Bobby uğruna her türlü bedeli ödemeye hazır olduğu sonsuz kaçışının her türlü gerekçesini bedeninde cisimleştiren artık konuşma yetisini yitirmiş, tekerlekli sandalyeye mahkûm yaşlı ve felçli babasına duygularını açar. Boğazı düğümlendiğinde, ağladığında ilk defa onun da senin benim gibi bir insan olduğunu anlarız, sade ama çok etkileyici bir sahnedir. Hayat’ın Hicran’ı bana Beş Kolay Parça’nın Bobby’sini hatırlattı.
Hicran gerçek duygularını bastıran, içinde kopan fırtınaya set çeken bir karakter olarak resmedilmiş. Hiçbir sahnede onun nişanlılık sürecinde ne hissettiğini, niye kaçma ihtiyacı duyduğunu öğrenemiyoruz. Bir kahvaltı sahnesi hariç, genelde soğuk ve mesafeli biri olduğunu görüyoruz. Neşeli değil, hatta İstanbul’daki sahnelerde genelde yapmacık bir tavrı var. Duygularını öyle derinlere gömmüş ki yanında biri öldürüldüğünde ve ardından o adamı vuran silah kendisine doğrultulduğunda bile hislerini açık etmiyor. Demirkubuz karakterlerine özgü bir kabulleniş hâlinden muzdarip, o ân ölse umurunda olmaz, biliyoruz. Hicran memleketi Boyabat’a döndüğünde bu hissizlik iyice tavan yapıyor. Babasından az kalsın ellerinde can verecek kadar korkunç bir dayak yediğinde ya da onun tarafından görmezden gelindiğinde, yok sayıldığında bile kırıldığını, üzüldüğünü, kahrolduğunu görmüyoruz. Annesiyle konuşurken (anneannesinin ölümü konuşulurken de) ya da kendisine “uygun bir kısmet” bulan görücüleri dinlerken de öyle. Sinir bozucu bir sakinliği var. Emekli öğretmen Orhan’la evliliğinden enstantanelerde bu iyice görünür oluyor. Hicran çeşitli duygularını sere serpe açan hatta çok tehlikeli bir huyunu paylaşan kocası karşısında bile hiç renk vermiyor. Sadece kısa ve anlaşılır sorular soruyor, yanıtı dinliyor ve genelde yorumdan kaçınıyor. Orhan’dan ayrılışı da sessizce gerçekleşiyor.
Rıza’nın kendisine çok sayıda mektup yazdığını ya da Rıza’yı yetiştiren, ona hem annelik hem babalık eden dedesinin vefat ettiğini öğrendiğinde bile yüzünde ifade değişikliği görmüyoruz. Rıza’nın davetini kabul edip parkta görüştüğü sahnede de bu durum değişmiyor. Rıza’nın samimi bir şekilde anlattıklarına duygusal bir reaksiyon vermiyor, her zaman yaptığı gibi soğukkanlılıkla dinliyor ve genelde kısa ve net sorularla (“Niye?” gibi) konuşma yükünü karşı tarafa yığıyor. Onca olay yaşandıktan sonra dahi hisleri üzerindeki kontrolünü yitirmediğine şahit oluyoruz. Ama sonra çok ilginç bir şey oluyor. İlçe çarşısındaki parktan minibüsle evlerine dönüyorlar, yol başında iniyorlar. Hicran annesine biraz yürüyeceğini söyleyip ailesinin tarlasına/bahçesine gidiyor ve biraz dolaştıktan sonra hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Bendi yıkılan baraj sularının önüne gelen ne varsa tarumar etmesi gibi, gözyaşları sel olup Hicran’ın benliğine bir zarar gelmesin diye inşa ettiği koruma duvarlarını yerle bir ediyor. Onca zaman bastırdığı öyle yoğun hislerle kuşatılmış ki hıçkırıklarla dolu ağlama nöbeti yere yığılmasıyla son buluyor.
Tabii Hicran’ın, kafasındaki düşüncelerden bir türlü kurtulamayan babasının bitap düşene kadar kendini çapada yorup ağladığı yerde gözyaşlarını koyuvermesinin özel bir anlamı var. Burası bir zamanlar çok mutlu oldukları, belki de baba-kız yan yana çalıştıkları, bir meyveyi, bir azığı bölüştükleri tarla. Belki de o büyük ağacın altında bir sürü mutlu hatırası var. Parktaki konuşmada hiç ummadığı bir şekilde Rıza’nın kendisini koşulsuzca sevdiğini anlayan Hicran, bir zamanlar kendisini gerçekten seven babasının her şeyden kaçabildiği bir sığınakta, kendini en rahat hissettiği yerde ağlayıp rahatlıyor. Hicran’ın o ketum, tavizsiz ve duygusuz duruşuna son veren bu sahne, benim filmde en çok sevdiğim sahne oldu. Açıkçası ben olsam filmi tarladaki bu duygusal boşalma sahnesiyle bitirirdim (belki de öykü orada son bulmuştur ve gerisi bir düştür, ölmeden önce görülen güzel bir düş). Ancak Zeki Demirkubuz öyküye son bir bölüm eklemeye karar veriyor, üstelik filmografisinde bugüne kadar hiç rastlamadığımız türde neşeli, canlı ve umut dolu bir final bu.
Beş Kolay Parça’nın yönetmeni Bob Rafelson, filmi Carole Eastman’ın bir senaryosundan yola çıkarak çeker ama Eastman’ın yazdığı finali beğenmez. Eastman’ın orijinal senaryosunda Bobby ile hamile kız arkadaşı Rayette arabayla evlerine dönerlerken Rayette’in söylediği şarkıdan ve sırnaşık hareketlerinden bir anda bunalan Bobby kafasında dolaşan karmaşık düşüncelerin ve karamsar hislerin de tesiriyle bir anda direksiyonu şarampole kırar ve nehre uçarlar. Araç tümüyle suya batar ve gözden kaybolur. Biraz sonra suyun üstünde hava kabarcıkları görürüz ve Rayette nefes nefese sudan çıkar. Kıyıya gelir, araca bakar ve Bobby’ye tumturaklı bir küfür savurur. Ve gider. Bob Rafelson bu finali beğenmediği için değiştirir, çünkü ona göre Bobby bitimsiz bir kimlik arayışına yazgılıdır. Bobby intihar meyilli bir psikopat değildir, nerede olursa olsun ve bedeli ne olursa olsun hayatın anlamını ve basit de olsa mutluluğu arayan mutsuz bir gençtir, hepsi o. Hicran da böyle biri aslında.
Hicran’ın derdi, kimliğini bulmak, kendisi olmaktır. Yeri gelir Gizem olur, yeri gelir Orhan Bey’in genç karısı olur, bedeli ne olursa olsun hep dener. Gerekirse gider, gerekirse döner ama sürekli hareket/arayış hâlindedir. Filmdeki birçok karakter gibi (Orhan, Rıza vb.) yürekten sevmek ve yürekten sevilmek ihtiyacıyla yanıp tutuştuğunu anlarız.
Evet, Hayat’ta daha önceki Zeki Demirkubuz filmlerinde yer alan temaların birçoğu var: Depresif bireyler, çekip başka şehre gitme, gece hayatı, alkol tüketimi, seks işçiliği, aşkı uğruna kendini perişan etme, tutku cinayeti, küfür, kavga, dayak, aile içi şiddet, toplumsal baskı, zorla evlendirilme, karşılıksız aşk, hastalık seviyesinde kıskançlık, boşanma, intihar… Hatta birçok karakter, tipleme ve gıyabında bir şeyler öğrendiğimiz kişi (Ferit, Yılmaz, Rıza’nın Boyabat’taki yakın arkadaşları, Hicran, Hicran’ın annesi, Hicran’ın babası Mehmet, üniversitede okuyorum ayağına kendi ailesini dolandıran çocuk, parkta kendini tokatlayan adam, Rıza’nın rahmetli annesi gibi) önceki filmlerden fırlamışçasına bir tanıdıklık hissi veriyor. Hayat’ta Kader filmine doğrudan bir gönderme var, filmin hikâyesinin Hicran’ın yaşadıklarını andırması üzerine bir replik de mevcut. Ama Demirkubuz’un bu filmdeki bazı karakterleri yapılandırma tercihleri ve bazı olayları anlatma/aktarma biçimiyle sinemasında birçok “ilk”in yaşandığına şahit oluyoruz. İki ayrı kişinin karakter özellikleri (Rıza ve dedesi), ümitvar final ve Hicran’la Rıza arasında özel bir bağ inşa eden rüya sahneleri filmi bambaşka bir noktaya taşıyorlar, daha önce Zeki Demirkubuz sinemasının hiç gitmediği bir yere…
Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa bugüne kadarki hiçbir Zeki Demirkubuz filminde Rıza’nın fırıncı dedesi gibi dürüst, çalışkan, şefkatli, iyi kalpli bir dindarı hikâyenin merkezinde görmemiştik. Bence filmdeki açık ara en iyi performansı ortaya koyan aktör Osman Alkaş’ın olağanüstü bir inandırıcılıkla canlandırdığı bu amca âdeta bilge bir kişilik olarak tek başına öykünün vicdanını simgeliyor. Büyük acılarla (bir ölüm, bir intihar) pişmiş, Rıza’ya hem annelik hem babalık yapmış, film boyunca bir kez bile bir falsosunu görmediğimiz, sevgi dolu, namuslu, mütedeyyin bir emekçi var karşımızda. Üstelik muhtemelen cezaevine düşen torununun üzüntüsünden ölen bir dede bu. İnançlı bir Müslümanın sunuluşu bakımından Zeki Demirkubuz sineması için bir ilk.
Rıza da daha önceki Zeki Demirkubuz kahramanlarından belirgin bir yönüyle ayrılıyor. Daha vicdanlı, daha diğerkâm bir delikanlı bu. Hicran’ı öldürmediği için değil, uğruna adam öldürüp yıllarca hapis yatıp çıktıktan sonra ilk karşılaştıklarında hatanın daha en başından kendinde olduğunu söyleyebilecek cesarete sahip olduğu için. Evet, sevgisi, tutkusu abartılı, açıkçası pek inandırıcı değil, en azından ben inandırıcı bulmadım. Ama daha önce, kendi kendine gelin-güvey olduğunu itiraf eden, suçu hayatta, kaderde ya da başkasında değil bizzat kendinde bulan başka bir Demirkubuz ana karakteri izlediğimi hatırlamıyorum. Çünkü onun filmleri Suç ve Ceza’daki Marmeladov gibi başkalarının kendine ettiği kötülüklerde bile bir merhamet arayan, kendine acıyan ama yine de kuyruğu dik tutan gururlu tiplerle doludur. Zeki Demirkubuz’un ana karakterleri “hissetmek” ister, bir duygu arayışı vardır onlarda, mantığa aykırı eylemleri, ucunda acı çekmek dahi olsa, bir hisse duyulan özlemden kaynaklanır. O nedenle varoluşçudurlar. Samuel Beckett, Jean-Paul Sartre ya da Albert Camus kahramanları gibi, tabii onlara ne kadar “kahraman” denebilirse… Öte yandan Hayat’ın hapisten çıkan ve yeni bir hayat kurmak üzere olan Rıza’sında ise daha önceki Demirkubuz ana karakterlerinde rastlamadığımız ilginç bir sükûnet, bir kendiyle barışık olma hâli gözlemliyoruz. Rıza özeleştiri verebilen, karşı tarafın duygularını anlamaya, içselleştirmeye çalışan bir insan. Orhan gibi sadece bir hayali betimleyen iddialı ve kulağa hoş gelen sözlerle değil, eylemle ve eylemde var olmaya çalışan biri. Varoluşçu protagonistler gibi çürüyerek ölmekte olduğunun farkında olan yaralı bir ruha değil, yeniden filizlenmekte olduğunu bilen, yüzünü güneşe dönmüş aydınlık bir ruha sahip. Sanki Rıza’nın içindeki/ruhundaki iyiyle kötü savaşını koca yürekli sevecen dedesinin ektiği tohumlarla güçlenen “iyi” taraf kazanmış.
Zeki Demirkubuz bununla da kalmıyor, iki ayrı karakterin gördüğü benzer rüya sahneleriyle beraber ruhsal (spiritüel) olana alan açıyor. Demirkubuz’un kaderin kesinliğini gösteren çok sayıda varoluşçu filmi var ama metafizikle en çok yakınlaştığı filmi bu olsa gerek. Her şeyden önce bu sahneleri makul gerekçelerle açıklamak imkânsız, bariz bir şekilde aynı rüyanın iki ayrı versiyonunu görmüş iki ayrı kişi söz konusu. Üstelik Rıza rüyasını gördüğünde Hicran’la hayatta sadece iki kez karşılaşmış ve konuşmuş durumda, Hicran rüyayı gördüğünde ise sadece üç kez karşılaşmışlar ama yaptıkları toplam konuşma sayısı yine iki. Bu iki insanın ortak noktaları, paylaşımları, geçmişleri yok, bu sıra dışı hadiseyi bilinçaltıyla açıklamak mümkün değil. Bu denli benzer rüyaları görmelerinin yegâne sebebi, Demirkubuz’un bu iki insanın aslında başından beri birbirleri için yaratılmış ruh ikizleri olduklarını düşündürtmek istemesi olabilir. Bu da Demirkubuz sineması için bir ilk. Gelelim finale…
Hicran’ın Rıza’yla bir hayat kurduğu, mutlu sonla biten Yeşilçam dramalarını hatırlatan final sekansının komple bir rüya olma olasılığı var. Özellikle bayram namazı dönüşünde Rıza’nın sarf ettiği “Kıldık işte” cümlesini daha önce Hicran’ın babası Mehmet’ten de işitmiştik. Evdeki bayramlaşma sırasındaki “kocanın elini öpme ritüeli” de tanıdık. Final sekansında Hicran, bir nevi annesine dönüşüyor, daha doğrusu, annesinin temsil ettiği geleneksel/yerleşik değerleri benimsemişe (ya da o değerlere “teslim olmuşa”) benziyor ki bu pek inandırıcı değil. Yine bu bölümde Mehmet’in Rıza’yla evlenen hamile kızıyla hâlâ barışmadığını (onu affetmediğini) öğrendiğimizde sekansın rüya olma ihtimali yükseliyor. Hicran’ın, babası gibi kaba, kırıcı, asla geri adım atmayan, şiddet yanlısı, tutucu, nefret dolu otoriter bir figürü geri kazanma arzusu da bu ihtimali körüklüyor çünkü inandırıcı değil. Ve sekansın sonunda Hicran kocasına bir rüya gördüğünü söylüyor, biz tam bu rüyanın içeriğini öğrenmek üzereyken çiftin araçlarıyla karanlık bir tünele girdiğini görüyoruz ve film sona eriyor. Bence bu bir rüyaydı. Tabii yine de “herkes inanmak istediğine inanır”.
Not 1: Aslında Hayat’ı iki çocukluk arkadaşımın başına gelen üzücü olaylardan yola çıkarak anlatan bir yazı yazmayı düşünüyordum ama yazı ilerledikçe haddimi aştığımı düşünmeye başladım. Yepyeni yerlerde bambaşka insanlarla birer hayat kurmuş o iki kadının mahremiyetlerini ihlal etmekten korktuğum için vazgeçtim, yazdığım her şeyi sildim. Size sadece şunu söylemek istiyorum: Gerçek hayatta bu filmdekinden on kat daha acı ve üzüntü verici hadiseler yaşanıyor, lütfen bu filmde anlatılanları abartılı bulma hatasına düşmeyiniz.
Not 2: Türk Dil Kurumu’na göre “hicran” sözcüğünün iki anlamı var, ilki yaygın bilinen anlamı olan “Ayrılığın neden olduğu onulmaz acı” ama ikinci anlamı -özellikle bu film bağlamında- çok daha anlamlı: “Bir yerden veya bir kimseden ayrılma, ayrılık”.
Not 3: “Umuttan kurtulmak” ifadesini, Zeki Demirkubuz’un da Yazgı adıyla bir uyarlamasını yaptığı Albert Camus romanı Yabancı’nın (L’Étranger) son paragrafına atıfla kullandım. Belki de hayat, umuttan kurtulmak, yani kabullenmektir.
Not 4: Ben yazmasam başkaları yazacaktır ama Zeki Demirkubuz’un ilk defa doğayı ve pastoral yapıyı karakterlerinin duygu değişimlerinde başat bir öğe olarak kullandığı Hayat’ıyla Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu ve Ahlat Ağacı filmleri arasında tematik paralellikler olduğunu düşünüyorum. Hayat’ın Orhan’ında Kış Uykusu’nun genç ve güzel karısına karşı hep bir şüphe içinde olan entelektüel Aydın’ını gördüm. Hayat’ın Hicran’ında, Ahlat Ağacı’nın en sevdiği insanla sürekli çatışma hâlinde olan ve filmin sonunda geleneksel değerlere boyun eğerek dingin bir mağlubiyeti huzurla kucaklayan Sinan’ını, İdris’ini ve bir ölçüde Kış Uykusu’nun Nihal’ini gördüm. Kış Uykusu da Ahlat Ağacı da Hayat da sevilme, bağışlanma ve huzura erme ihtiyacını anlatan filmler. Orhan da Aydın gibi büyük lafların, büyük hayallerin içi boş adamı. İkisi de kof, ikisi de eylemsizlikten muzdarip, ikisini de korkuları yönetiyor. Rıza ve Hicran, Sinan ve Aydın hatta Nihal olduğu gibi kabullenilme derdindeler. Beşinin de arayışı aslında içsel uzamlara yönelik. Bir de Zeki Demirkubuz’un ülkede “Yılmaz” rolünü oynayabilecek yüzlerce iyi aktör varken kısıtlı bir yeteneğe sahip Doğu Demirkol’u seçmesinin düşündürdükleri var tabii. Stand-up gösterilerinde Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı’nın çekimleri sırasında dağ-tepe, yokuş-bayır demeden kendisini ne kadar çok yürüttüğünü kahkahalar eşliğinde anlatan Doğu Demirkol’u, ayağından sakat engelli biri rolünde oynatmanın ironisine mi takılayım, yoksa bir türlü atanamadığı için babasının yanında tarlada çalışmaya karar veren öğretmen Sinan’ı işsizlikten muhabbet tellalı yapmış olma ihtimaline mi? Sinan’la babası İdris’in sanki birbirlerinden ruhen ışık yılı kadar uzaklaşmamışlar gibi birden kaynaşıvermelerini abartılı buldu da mı Mehmet’e kızı Hicran’ı bir türlü affettirmedi Demirkubuz acaba? Ahlat Ağacı babası İdris’in gördüğü bir rüyanın ardından Sinan’ın coğrafyasının gerçeklerini ve içinde bulunduğu toplumun değer yargılarını kabul ettiğini ve aslında utandığı geçmişiyle barıştığını simgeleyen bir kuyu kazma sahnesiyle karanlıkta biter. Benzer bir şekilde Hayat, Hicran’ın coğrafyasının gerçeklerini ve içinde bulunduğu toplumun değer yargılarını kabul ettiğini ve aslında utandığı geçmişiyle barıştığını simgeleyen bir bölümle sona erer. Bu bölüm de bir rüya sahnesinin (acaba son bölüm Hicran’ın babası Mehmet’in rüyası mı?) konuşulmaya başladığı ânın hemen ardından gelen karanlıkta biter. Bütün bunlar tesadüf olabilir mi? Bilmem. “Burası Türkiye, herkes istediğine inanır.”
0 Yorum