Saraylar saltanatlar çöker kan susar birgün zulüm biter.
menekşeler de açılır üstümüzde leylaklar da güler.
bugünlerden geriye, bir yarına gidenler kalır bir de yarınlar için direnenler…
Kahramanımız son kullanma tarihi gelen gıda ürünleriyle beslenen yoksul bir süpermarket çalışanı. Adı Ansa Grönholm. Kadrolu değil, sözleşmeli bir işçi. Mesaisi bitmiş, tam çıkmak üzereyken önü kesiliyor. Tarihi geçmiş ürünler çöpü boylamadan önce yoksul ve aç bir gencin birkaç tane almasına izin verdiği için müdür tarafından sorgulanıyor. Süpermarketin güvenlik görevlisi jurnallemiş, o meymenetsiz de orada. Ansa’nın arama amacıyla zorla boşalttırılan çantasından son kullanma tarihi geçmiş bir ürün çıkıyor, bozuk değilse akşam onu yiyecek (dünkü bozuk çıktığı için aç uyumuştu). Ansa anında, şartsız şurtsuz tazminatsız işten kovuluyor. Yanında bu gaddarlığa şahit olan iki arkadaşı daha var, bu kadınlardan biri (Liisa) çantasından bir ürün çıkartıyor ve “Ben de raftan son kullanma tarihi geçmiş bir ürün aldım, birisi yese bu ihmal yüzünden ölebilirdi, beni de kovun” diyor. Üçüncü kadın, “Suç benim, et ve süt ürünleri reyonundan ben sorumluyum, gözümden kaçmış” diyor. Bu dürüst itirafı ve sorumluluk bilinci nedeniyle yetkili yönetici onu kovmayacaklarını söylüyor, diğer ikisinin işine oracıkta son veriliyor. Üçüncü kadın, “Ben de işi bırakıyorum, çorba dağıtsam zaten aynı parayı kazanırım” diyor. Üçü de işinden oluyor. Ardından süpermarketin arka taraftaki depo çıkışında demin işten kovulan Ansa ve Liisa’yı görüyoruz. Derken beklenmedik bir şey oluyor. Ansa dönüp Liisa’ya bakıyor, birbirlerine sımsıcak gülümseyip el ele tutuşuyorlar, birkaç metre yürüyorlar, tutuşan eller havaya kalkıyor ve sonra ayrılıp farklı yönlere doğru gidiyorlar. İki dakika önce işten çıkarılmış ve belirsiz bir geleceğe doğru yola çıkmış iki yoksul insandan pek beklenmeyecek düzeyde sevgi, umut ve dayanışma dolu bir hareket. Film boyunca birçok örneğini göreceğimiz, hayatı çekilir kılan küçük jestlerden sadece biri bu.
Yegâne ceketini bir kızla buluşmaya giden pansiyon arkadaşına veren bir adam, kendisini terk eden kocasının kıyafetlerini bir hastasına veren hemşire, işsiz kaldığı için aç olabileceğini akıl ettiği insana kafede yiyecek içecek ısmarlayan evsiz bir işçi… Sadece Sararmış Yapraklar değil, tüm bir filmografiye az çok yayılmış sayısız örneğiyle Aki Kaurismäki sineması bir işçi sınıfı sineması olarak görülebilir. Paylaşmak, bölüşmek ve omuz vermek üzerine bir sinemadır onun sineması. Ama onun karakterleri, söz gelimi, Dardenne Kardeşler sinemasından ya da Ken Loach sinemasından bir yönüyle ayrılır. Loach karakterleri ayakta kalmak için başta bürokrasi ve sermayeyle olmak üzere sürekli savaşırlar, gerekirse yıkıp dökerler. Kaurismäki karakterleri çok da mücadeleci insanlar değildirler. Sıkılıp intihar eden (Ariel, 1988), intihar etmeyi beceremeyip kendini öldürecek bir katil tutan (Bir Katil Kiraladım / I Hired a Contract Killer, 1990) birçok Kaurismäki karakterine rastlarız. Vakitsiz ölümlerin yönetmenidir Kaurismäki. Daha varoluşçu, kendini hayatın akışına bırakan ya da inceldiği yerden kopsun diyen yaralı ruhlarla doludur onun sineması.
Aki Kaurismäki son filmlerinde bu yaralı ruhlara bir umut ışığı, bir kurtuluş ümidi bahşetmeye başladı, kendisi bunu “Ben yaşlandıkça karamsarlaşıyorum ama sinemam tam aksine iyimserleşiyor” şeklinde açıklıyor. Sararmış Yapraklar’da yine soğuk ve ifadesiz mizaçlara dayalı bir deadpan usulü komedi ve insanı üzecek ya da öfkelendirecek olaylarla örülü bir durum komedisi izliyoruz ama bu kez tünelin sonunda hep bir ışık var. Eskiden olsa, alkolik Holappa tramvayın altında can verip gitmişti ya da içkiden ölmüştü. Çünkü eskiden Kaurismäki kahramanları kendi duruşundan taviz vermeyen, belirli sosyal ve sınıfsal hiyerarşiler içinde hapsolmuş şekilde resmedilen depresif karakterlerdi. Artık Kaurismäki kahramanları değişmekten, dönüşmekten, taviz vermekten korkmuyorlar. Yeni bir hayata merhaba diyecek cesareti toplamış dirençli bireyler olmuşlar. Göçmen meselesini dert edinen önceki filminde de bu böyleydi.
Aki Kaurismäki Sararmış Yapraklar’da iki ayrı düzlemde politik eleştiri alanı açıyor, ilki, radyodan gelen Ukrayna işgali haberleri. Rus ordusu tarafından hastanede, tiyatroda bombalanan masum insanlara dair savaş haberleri Finlandiya’daki atmosferi olumsuz etkiliyor. Radyo her açıldığında düşen füzelerden, katledilen insanlardan ve politik demeçlerden bahsediliyor, şarkı-türkü yok. Savaş, hayatın müziğini (neşesini) öldüren bir öğe olarak sunuluyor. Holappa “Arktik Histeri” adında bir kitap okumuş ve arkadaşı Huotari’ye “çocuk hikâyesi” diyerek veriyor. Açıkçası yönetmenin bu ironik dokundurmalarına aşina olmayan birinin, Kaurismäki’nin Finlandiya’nın apar topar NATO’ya üye yapılmasıyla dalga geçtiğini anlaması biraz zor.
İkinci politik düzlemi ise sınıfsal ilişkilerin doğasında görüyoruz. Öncelikle şunu söyleyelim, Kaurismäki’nin Finlandiya’sı öyle kişi başına düşen yıllık geliri 50.000 doların üzerinde olan bir Finlandiya değil. Kaurismäki bu paranın yıllık bir değerin o ülkede yaşayan insan sayısına bölünerek elde edilmiş ortalama bir rakam olduğunu biliyor, o farklı bir Helsinki anlatıyor, Ezilenlerin Helsinki’sini. Evet, bu filmdeki işverenlerin/sermayedarların yıllık geliri tabii ki 50.000 doların çok çok üstünde ama mavi yakalılar gayrisafi yurt içi hasıladan yeterli payı almıyorlar, onun derdi o. Elektrik faturasını görünce evin şalterini kapatan, çalıştığı iş yerinden kovulunca kaldığı konteyneri boşaltıp parktaki bankta yatmaya başlayan, günü geçmiş donmuş gıdalarla beslenmeye çalışan garibanlar söz konusu. Kaurismäki asıl büyük kodamanları asla çerçeveye almıyor (sadece oturdukları ya da sahip oldukları büyük ve görkemli mülkleri uzaktan göstermekle yetiniyor) ve küçük müteahhit, işçibaşı, bar sahibi, kafe sahibi, süpermarket müdürü gibi alt yüklenicilere, esnaflara ve orta düzey yöneticilere yöneliyor. Tabii küçük burjuvazinin de sistem tarafından alt sınıfı ezmekle görevlendirilmiş zavallılara döndüğünün altını çizmeyi ihmal etmiyor. İşin ilginci, filmde burjuvalar da hâllerinden memnun görünmüyorlar.
Ezilenlerin Helsinki’si bir endüstriyel yıkıntı kenti olarak resmediliyor. Ve bu yıkıntının altında kalan işçi sınıfı gülmeyi unutmuş, âdeta zombilere dönmüş. Nemrut çalışanlar iş arkadaşına kötülük ederek var olmayı seçen ruhsuz, vicdansız bir güruh olmuş çıkmış. Karaoke barda şarkı söyleyenlerin çehrelerinde bile bir ifadesizlik var. Yaşlı kasiyerler, barmenler, dükkân sahipleri görüyoruz, kimse gülmüyor, herkes çalışmak hatta ek iş yapmak mecburiyetinde. Güya bara içmeye eğlenmeye gelmiş insanlar görüyoruz, kimse gülmüyor, hatta çoğu zaman aynı masadaki insanların bile laflamadığını görüyoruz. Çoğu erkek olmak üzere bir bar dolusu insan var, kimse eğleniyor gibi değil. Sigara, içki ve uyuşturucu kullanarak acılarını dindirmeye çalışan zombiler gibi bunlar. Jarmusch’un filmi The Dead Don’t Die (Ölüler Ölmez, 2019) bu noktada bir siyasi eleştiriye dönüşüyor. “Kitleyi bu şekilde uyuşturmaya devam ederseniz er-geç her türlü otorite figürüne karşı bir ayaklanma gerçekleşir ve sizi yerler” demeye getiriyor Kaurismäki. Mesela sinemadan çıkan insanlar bambaşka resmedilmiş. Onlar mutlu, gülümsüyorlar, sohbet ediyorlar, belli ki çalışan/bordrolu orta sınıf bu. Hâlâ duyguları yüzlerinden okunabiliyor ama aynı filmden çıkan Ansa ve Holappa’da durum öyle değil. Ansa “Filmi beğendiğini ve çok güldüğünü” söylüyor ama biz bir kez olsun güldüğüne şahit olmadık. Bunlar hislerini bastırmış, hatta zamanla yitirmiş insanlar. Yine de Ansa ve Holappa’nın dış dünyada neler olup bittiğini radyodan dinleyen, öğrenen, politik duruşları ve tepkileri olan, ayrıca en olumsuz koşullarda bile sürekli kitap okuyan insanlar olduğunu gözden kaçırmamak lazım, ikisi diğer Kaurismäki kahramanları gibi “kayıtsız” insanlar değil, o zombilerden bu yönleriyle ayrılıyorlar.
Sararmış Yapraklar’da hayatın müziğinin yitirildiğini duyumsuyoruz, ama çoğu zaman ortam-dışı (non-diegetic) müzikler karakterlerin ruh hâllerini serimlemede kullanılıyor. Bunun iki önemli istisnası var, bir tanesi Hannes Huotari’nin karaoke barda Üvez Ağacının Altında Sonbahar’ı okuduğu sahne, diğeri de Maustetytöt grubunun Syntynyt suruun ja puettu pettymyksin adlı şarkısını seslendirdiği sahne. Ama bu iki sahnede de şarkıyı söyleyenlerin yüzlerinde herhangi bir ifade olmadığını görüyoruz. Kaurismäki’nin, oyuncularından canlandırdıkları karakterin duygularına set çekmesini istediğini anlıyoruz. Gizli olan duyguları şarkıların sözleri açığa çıkarıyor. Filmin ses kuşağında yer alan şarkılarla bir defasında radyodan duyduğumuz şarkı tümüyle bu amaçla kullanılmış, filmi izlemeyi düşünen sinemaseverlere bu şarkı sözlerinin tercümelerinin bulunduğu bir alt yazıyla izlemelerini önemle tavsiye ederim, aksi hâlde filmin anlam dünyasında derin boşluklar doğacaktır.
Aki Kaurismäki karakterlerin beden diliyle duyguları arasındaki ilişkiyi sadece ses kuşağının yarattığı zıtlıkla (kontrast) ortaya koymuyor, benzer bir zıtlık filmdeki retro tavırda da mevcut. Hayli hüzünlü, karamsar hatta depresif insanların küçük yaşamlarını bize gösteren filmde çok renkli bir palet kullanılıyor. Sadece pastel değil, göz alıcı renkler de tercih edilmiş. İnsanların kıyafetlerinden işçi barakalarına, süpermarketin satın alma (depo) girişinden kafelere, barlardan Ansa’nın evine kadar hemen her mekân ince bir işçilikle renklendirilmiş. Filmi ikinci kez izlediğimde bu renk cümbüşü iyice dikkatimi çekti. Kaurismäki hiçbir şey bulamasa, gitmiş, dolap ve çekmece tutamaklarını kırmızıya boyatmış. Böylelikle silikleştirilmiş solgun yaşamları bir nevi gökkuşağı içinde resmetmiş oluyor, bu bana yönetmenin işçi sınıfına olan inancını yitirmediğini düşündürdü.
Çerçeveler genelde durağan (statik) kompozisyonlar şeklinde, Ansa’nın tramvaya bindiği bölüm gibi birkaç plan hariç, pek hareketli kamera görmüyoruz. Kamera genelde belirli bir noktada sabit duruyor ve temel hareketliliği ekrana gelen karakterler sağlıyor. Bu da çevrenin karakterler üstündeki boğucu etkisini katmerleme vazifesi görüyor, bilhassa kapalı mekânda geçen sahnelerde anlam derinleşiyor. Holappa barda otururken arkada çalan pijamalı orkestra, Ansa tramvaydayken arkasında başını sevgilisinin omzuna koyan kadın farklı düşünce ufukları yaratıyorlar.
Öyküye yeni bir perspektif kazandıran bir diğer öğe ise arka planda (duvarda ya da panoda) gördüğümüz film afişleri. Kısa Tesadüfler (Brief Encounter, 1945), Nefret (Le mépris, 1963) ve Pierrot le fou (Çılgın Pierrot, 1965) o filmlerdeki çiftlerin akıbetleri bakımından yanıltıcı bir unsur olarak Sararmış Yapraklar’a eklenmişe benziyorlar. Lost Continent (1951), Le trou (Delik, 1960), Rocco e i suoi fratelli (Düşman Kardeşler, 1960), The Hustler (Bilardocu, 1961), The Killers (Ölüm Saçanlar, 1964), The Face of Fu Manchu (1965), Le cercle rouge (Ateş çemberi, 1970) ve Fat City (Boksörün Dünyası, 1972) ise Aki Kaurismäki’nin çeşitli röportajlarında dile getirdiği üzere favori filmlerinden bazıları. Arkadaşı Jim Jarmusch’un Cennetten de Garip (Stranger Than Paradise, 1984) filmi ile Kaurismäki’nin Sürüklenen Bulutlar (Kauas pilvet karkaavat, 1996) filminde de posterini gördüğümüz L’argent (Para, 1983) için de aynı durum geçerli. Çok sevdiği iki filmi ise farklı bir bağlamda kullanıyor. Sinema çıkışında The Dead Don’t Die’ın benzediği söylenen Bir Taşra Papazının Güncesi (Journal d’un curé de campagne, 1951) ve Bande à part (Çete, 1964) komedi unsuru olarak kullanılmış diye düşünüyorum, tabii ki bu filmlerin Jarmusch’un filmiyle bir alakası yok.
Aşksız ve paramparçaydı yaşam
bir inancın yüceliğinde buldum seni
bir kavganın güzelliğinde sevdim.
bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürecek yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!
Gelelim filmin bam teline. Son tahlilde, Sararmış Yapraklar bir aşk, sevgi ve dostluk filmi. Kaurismäki’nin ana kahramanlarına genelde bir boşluk hissi hâkimdir, öyküyü tetikleyen ve karakterleri ruhsal (spiritüel) bir arayışa iten bu histir, Kalamar Birliği’ni (Calamari Union, 1985) buna örnek gösterebilirim. Sararmış Yapraklar’da boşluk hissi, sevgi yetmezliğinden kaynaklanıyor. Buradaki ana karakterler, iki parçalı bir yapbozun birer parçasını andırıyor, amaçları da diğer kayıp parçayı bulmak. Sadece Ansa, Holappa değil, Huotari hatta belki Liisa da bu durumda. Ansa ve Holappa’nın birbirlerini ilk kez gördüğü karaoke barı sahnesini ele alalım. İkisi de sanki bir anda birbirlerine vuruluyorlar, o elektriği hissediyorsunuz. Ansa’nın durakta sızan Holappa’nın yanına gittiği sahnede bu enerji devam ediyor. Bu iki sahne bir çakmağın yanmadan önce çıkardığı iki küçük kıvılcımı andırıyor. Bu bağlamda filmin en dramatik sahnelerinden birinin, Ansa’nın Holappa akşam yemeğine gelecek diye evine bir tabak ile birer tane çatal, bıçak ve kaşık satın aldığı bölüm olduğunu söylemem lazım. Sinemada yalnızlığın bu kadar basit ve sade ama bu denli dokunaklı ve sarsıcı bir şekilde anlatıldığı çok fazla film yoktur.
Tabii Kaurismäki sinemasında kolay elde edilen başarı ve mutluluklar söz konusu değildir. Yönetmen melodram özelliği taşıyan sekanslar vasıtasıyla çiftleri tam bir araya geldiler derken birbirinden birkaç kez ayırıyor. Tabii bunu her ikisinin de gerçekten sevdiğini (düşünmek, özlem duymak, üzülmek) ve olası bir ilişki için emek harcayıp (her yerde fellik fellik aramak, uğruna içkiyi bırakmak, her gün yanına giderek komadan çıkmasına yardımcı olmak) hak ettiğini göstermek için yapıyor. Hayatın müziğini geri getirecek olan, birbirimizi sevmek ve bu sevgi için emek vermektir diyor Aki Kaurismäki. O kadar haklı ki.
Korkunç olaylar karşısında asla istifini bozmayan Buster Keaton mizahını anımsatan Sararmış Yapraklar’ın (Kuolleet lehdet / Fallen Leaves, 2023) son saniyelerindeki son repliğiyle sinema perdelerinin gördüğü en unutulmaz yoksul insan temsilini (“Serseri” / “The Tramp”) yaratan Charlie Chaplin’e (Şarlo) yaptığı saygı duruşunu anmadan yazıyı bitirmek olmaz. Şarlo’nun üstü başı yırtık, işsiz ve mülksüz serserileri başına gelen onca şeyden sonra esas kızla bir araya gelir ve sonsuza dek mutlu yaşarlar. Üzücü ama Aki Kaurismäki bazı röportajlarında Sararmış Yapraklar’ın son filmi olduğunu dile getiriyor; böylesi hayat, umut, iyimserlik ve aşk dolu muhteşem bir finalden sonra ustaya Shakespeare’in bir cümlesiyle seslenmek isterim: “Tekrar karşılaşacak olursak, gülümseyelim. Karşılaşamazsak, bu iyi bir veda.”
Not 1: Acaba “Fallen Leaves”i “Düşen Yapraklar” şeklinde mi tercüme etmeliydik diye düşünüyorum. Sararmış, solmuş yapraklar yine de ağaçta/dalda asılı kalmış olabilirler ve birbirlerine temas etmezler, yere düşen yapraklarsa -tıpkı bu filmdeki karakterler gibi- dibe vurduktan sonra savrulurlar. Savrulurlar ama genelde rüzgârın ya da yağmurun etkisiyle aynı yöne, hep birlikte ve genelde temas hâlinde…
Not 2: Yazıda tematik bütünlüğü sağlaması amacıyla iki ayrı kıtasını kullandığım “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek” şiiri Adnan Yücel’e aittir.
Not 3: “If we do meet again, why, we shall smile;
If not, why then this parting was well made.”
– Julius Caesar
0 Yorum