Jordan B. Peterson bir dersinde Nazi Almanya’sında yaşananlara dair ilginç bir bilgi verir ve çok ürkünç bir koşutluk olduğunu gösterir. Adolf Hitler iktidara geldiğinde başta tüberküloz olmak üzere çeşitli hastalıklarla mücadele için kamu sağlığı kampanyalarına başlar. Bu reform paketinin gayesi, daha güzel ve saf bir Almanya’dır (“Beautify and Purify Germany”). Örneğin fabrika sahipleri iş yerlerini fare, böcek ve parazitlerden arındırmaları ve etrafı çiçeklerle, bitkilerle güzelleştirmeleri konusunda teşvik edilirler. Almanya kısa bir süre içinde gözle görülür bir şekilde daha güzel bir yer hâline gelir. Mekânları zararlı türlerden arındırmak için Zyklon B (Uragan D2) kullanılmıştır. Bir tür siyanür bileşiği olan bu kimyasal yıllar sonra başta Auschwitz-Birkenau olmak üzere birçok toplama kampının gaz odalarında soykırım amacıyla kullanılan zehirli maddenin ta kendisidir.
Peterson sözlerine Richard Koenigsberg’in Hitler’in İdeolojisi kitabına atıfla devam eder ve Nazi iktidarının söylemlerinin “hastalığa yakalanmış beden” metaforu üzerinden ulusun (beden) asıl problemini, “hastalık yapıcı parazitler” olarak lanse ettiği Yahudilerin varlığına bağladığını anlatır. Propagandacı söylemin zehirli dili, kendini ülkenin yegâne sahibi olarak görmeye başlayan Germen asıllı “sağlıklı” vatandaşların nezdinde günden güne Yahudilerin (ve engellilerin, çingenelerin, eşcinsellerin, Sovyetlerin, Marksistlerin vs.) bir tür “salgın” gibi görülmesinin önünü açar. Amaç bellidir: Hasta Almanya iyileşmek için bu “virüslerden” bir an evvel kurtulmak zorundadır.
İşe ruh ve sinir hastalıkları hastanelerinde “ötenazinin” önünü açan bir kampanyayla başlarlar. Apartheid yanlısı Nazi partisi güçlendikçe “Biz ve Onlar” dikotomisi üzerinden bir ötekileştirme süreci tabana kadar yayılır. Yüzlerce hatta binlerce yıl boyunca yan yana yaşamış insanlar sadece birkaç yıl içinde bıçakla kesilmiş gibi ikiye bölünürler. Halkın çoğunluğunu oluşturan ve Adolf Hitler liderliğinde Üçüncü Reich ülküsü etrafında kümeleşen insanlar gözünde diğerleri (ötekiler) artık fare, böcek ve parazitten başka bir şey değildirler. İğrenme duygusu, öfke ve nefret pompalayan kara propaganda başarılı olmuştur, Naziler (ve Nazi sempatizanları) zamanla ötekileştirilmiş kişileri artık “insan” olarak görmemeye başlarlar, zararlı ve tiksinç yaratıklar olarak görürler. Ardından büyük tutuklama dalgaları ve toplama kampları gelir. Birkaç yıl önce Nazi Partisi iktidara geldiğinde Almanya’yı “zararlı yaratıklardan” arındırmakta başarılı olan “kamu sağlığı” reformu, savaş sırasında bu defa “Nihai Çözüm” (The Final Solution) adı altında insanlara uygulanacaktır, üstelik benzer araç ve yöntemlerle. İşte bir ülke tümden böyle delir(til)miştir. Yavaş yavaş, adım adım, farkında olmadan… Jonathan Glazer’ın yönettiği İlgi Alanı (The Zone of Interest, 2023) bu kitlesel delirme hâlini tüyler ürpertici bir sadelikle anlatan sarsıcı ve akılda kalıcı bir drama.
Önce filmin en güçlü yönünün hakkını teslim ederek başlayayım. İlgi Alanı’nın eşine az rastlanır kalitede bir ses ve ışık çalışması var, tek kelimeyle: Olağanüstü.
Filmdeki aydınlatma tekniği bana Rembrandt’ın ışık oyunlarını anımsattı, birçok sahnede filmi durdurup ışığın kaynağını tespit etmeye çalıştım. Kalabalık karelerde (örneğin evdeki yemek masası sahnesinde) ışığın farklı açılardan objeleri aydınlattığını görüyoruz ama kamera karakterleri tek başına yakaladığında (örneğin Rudolf Höss sigara içerken) ışık ve gölge tek bedende aynı anda yer buluyorlar. Bu bağlamda filmin son bölümünde Rudolf Höss’ün bulunduğu hemen her kare ışığın ve gölgenin, aydınlığın ve karanlığın zemine/yüzeye hâkimiyet kurduğu tabloları andırıyor. Hedwig’in pastoral hayatın simgesi konumundaki bahçesi, “Hitler’in Cennet idealini” (Doğu’ya gidiniz!) temsil ettiği için olsa gerek keskin hatlarla ve güçlü kontrastlarla ustaca ışıklandırılmış (belki de renklendirmede ya da kurguda daha parlak ve canlı hâle getirilmiş). Ha keza açılıştaki piknik sahnesi ya da nehir kıyısındaki tekne/sandal gezileri de… Burada insanların kıyafetleri canlılık hissi verecek şekilde doğayla (genelde yeşil ve mavi) kontrast yaratacak renklerle (genelde beyaz) donatılmış; ancak Rudolf Höss’ün Cennet’vari ikametgâhındaki koridorları, antreyi, merdivenleri, holü ve kimi odaları boş gördüğümüzde çizgilerin netliğini yitirdiği, bol gölgeli, çok daha depresif bir ışıklandırmayla karşılaşıyoruz. Ailenin karanlıkla aydınlık arasında gidip gelen hikâyesinin bir tür yansıması olarak tasarlanmış. Bu aydınlatma tercihleri statik çekimlerle ve ses kuşağıyla birleştiğinde bir tür korku filmi havası veriyor.
İlgi Alanı’nın ses çalışması da övgüye değer. Eğer böylesine incelikli bir ses kuşağı olmasaydı bu hikâyenin hiçbir anlamı olmazdı (sesini kıssanız film komple güme gidiyor). Film biraz uzaktan gelen bağırış, çığırış, inleme, çığlık, haykırış ve yalvarma sesleriyle anlam kazanıyor (hatta bunların ne olduğunun altı çizilmeye çalışılmış). Duvarın ardındaki dünyanın korkunçluğu, Höss’ün malikânesine ses, koku (gaz, yakıt, çeşitli kimyasallar vs.), fabrika gibi çalışan krematoryumdan çıkan is ve duman sayesinde sızıyor, bunu iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Tabii sandal gezisinde olduğu gibi ara sıra fiziksel bir sızma da söz konusu ama genelde bu işlevi “ses” üstleniyor. Mesela film boyunca bir uğultu duyuyoruz. Bu uğultu daha çok fabrikaların bulunduğu bölgelerdeki tok, derin ama kaynağı belirsiz süreğen sesi andırıyor. Meğer gerçek hayatta Rudolf Höss beyefendi, duvarın ardında estirilen terörün sesini bastırmak (ailesine mümkün olduğunca az gitmesi) için sürekli bir makine çalıştırtmış. Gündüz saatlerinde duvarın dibinde gürültü yapan bir makine çalıştırıyorlarmış ki silah sesleri, ağlamalar, inlemeler, çığlıklar, işkenceler ve cinayetler bir nebze az duyulsun. Dehşet verici, değil mi?
Gelelim filmi benim açımdan ilginç kılan asıl unsurlara. Bunlardan ilki, filmin yüksek duvarlar üzerinden inşa ettiği ikiye bölünmüşlüğün geçirgenliği, çift-taraflılığı oldu, bunu biraz açayım. Şimdi biz bu filmi daha çok Höss ailesinin perspektifinden izliyoruz ve hâliyle bu aile üyelerinin duvarın öte tarafındaki dehşet hakkındaki bilgi seviyesini merak ediyoruz. Rudolf ve Hedwig her şeyi biliyorlar, orası tamam, peki ya çocuklar? Sonuçta o koku, o ses, o görüntü bu çocukların dünyasına da tebelleş oluyor. Bağrışmaları, feryatları, ağlama ve yalvarma seslerini, hatta kurşun seslerini duyup da kaynağını/sebebini merak etmeyen çocuk olur mu yahu? Hangi çocuk, bahçelerini kirleten dumanın, burnunun direğini sızlatan kokunun sebebini sorgulamaz? Ben en küçük çocuk hariç bütün çocukların neler döndüğünü az-çok bildiklerini düşündüğüm için irkildim. Hedwig’in annesi korkunç seslerden bunalıp kimseye haber vermeden apar topar kaçmadı mı? Ki duvarın öteki yanında ne olduğunu bir konuşmadan hiçbir şüpheye mahal vermeyecek netlikte anladığımız kadarıyla bal gibi biliyordu. Gerçek hayatta Rudolf Höss’ün evinde hizmetli olarak çalışan bir tutsak bir seferinde Höss’ün çocukları kendi aralarında oyun oynarlarken mahkûmları oynayan çocuklar için tıpkı toplama kampındaki gibi göğüslerine birer numara diktiğini anlatmış. Ebeveynleri bunu öğrenince hizmetliyi azarlamış ama ona ceza vermemişler! Rahatlığa bakın. Net bir şekilde bilsinler, öğrensinler istemişler. Film mi daha korkunç, gerçek hayat mı bilemedim.
Filmin tüyler ürpertici yanlarından biri, Cennet bahçelerinde mutlu mesut yaşayan ailenin ne düşündüğü değil, toplama kampındaki esirlerin ne düşündüğü. Höss ailesi duvarın öte yanını duyuyor, tamam, peki ya mahkûmlar? Onlar hem duvarın diğer yanındaki bahçede oynayan çocukların sevinç naralarını işitiyorlar hem de içlerinden bazıları bizzat orada çalıştırılıyor! Yani sadece tahmin etmekle kalmıyorlar, birbirinden güzel çiçeklerle dolu bu bahçeyi, orada hiçbir şey yaşanmıyormuş gibi güneşlenen temiz ve şık giyimli şık insanları görüyorlar. Evin içinde de müthiş bir intizam var ama bahçe daha bir ilginç. Yanlarında sadık köpekleri, önlerinde havuzları, ellerinde içkileri ve lezzetli yiyeceklerle dolu masalarıyla bir grup insan orası sanki bir sayfiye mekânıymış gibi yan gelip yatıyorlar. Her gün bahçede çalıştırılan bir sürü mahkûm görüyoruz, kimisi kalas taşıyor kimisi el arabasıyla gübre taşıyor kimisi toprağı zararlı böceklerden temizlemek için kükürt döküyor. Neler konuşulduğunu da duyuyor ve anlıyorlardır. Ben asıl işin bu kısmında dehşete düştüm. Kendinizi bir dakikalığına o zavallı mahkûmların yerine koyun, kampın günde binlerce insanın ölüm emrini veren gaddar komutanı yok çocuklarıyla kürek çekiyor, yok at biniyor, yok efendim piknik yapıyor, vay efendim doğum günü kutluyor. İnanılır gibi değil, insanın kanı çekiliyor. Mahkûmlar bunu görüp diğer taraftakilere anlatıyorlardır da. Olayın bu perspektifi beni daha çok üzdü. Sen can derdindesin, Hedwig Hanım gül ve leylak…
Bu arada bu filmin merkezi Rudolf Höss değil, karısı. Hedwig filmin en özgün alt-metninin taşıyıcısı ve yansıtıcısı konumunda. İlgi Alanı sadece bir soykırım filmi, bir Nazi zulmü filmi değil, aynı zamanda bir sınıf atlama filmi de. Höss ırkçı bir komutandan ziyade, verimliliği düşünen bir fabrika genel müdürü gibi sunuluyor. Krematoryum tekliflerini inceliyor, acaba daha fazla insanı daha az maliyetle ve daha hızlı nasıl öldürebilirimin hesabını yapıyor. Sürekli iş düşünen, iş konuşan biri. Kendisine “cinayet hedefi” verilmiş bir genel müdür, başka bir şey değil. Hatta Höss “insan katletme işine” o kadar konsantre olmuş durumda ki filmin finaline doğru gösterilen balo sahnesinde “bu kadar yüksek tavanlı bir odada bu kadar çok Nazi’yi gazla nasıl öldürebilirim?” diye düşünüyor.
Gelelim Hedwig Hanım’a… Bence filmin en dikkat çekici teması, Rudolf ve Hedwig’in sınıf atlama hikâyesi. Yeniyetme yaşlarındayken başlayan ve Auschwitz toplama/ölüm kampında zirveye ulaşan bir “başarı hikâyesi” bu. Hayallerindeki yöre (“Doğu / Polonya”), hayallerindeki ev-ırmak-bahçe-havuz-sera, icabında ölümle tehdit edebileceğin, gerekirse kanlı çizmelerini temizleteceğin sayısız hizmetçi, bir elin yağda bir elin balda bir hayat. Üstüne bir de kampı boylayan zavallı tutsakların kürklerine beleşe konma (“Kanada” alışverişi), diş macunu tüpünden çıkan mücevherlere çökme… Yeniden Roma sokaklarında arzıendam eyleme hayaliyle yanıp tutuşma… Sömürü denen şey, filmin başından sonuna kadar Hedwig’de ve neredeyse tümüyle başkalarının emeğiyle oluşturulan bahçede cisimleşiyor. Subay kocası başka bir yerdeki göreve atandığında “Ben gitmiyorum” diyerek o pastoral hayatı, idealist kocasına tercih eden bir kadın. O gaddar adam bile nehir kıyısındaki iskeledeki konuşmada bunu duyurunca şaşırıyor: “Benimle gelmek istemeyeceğini hiç düşünmemiştim”.
Gerçek, Hedwig eviyle ve lakabıyla (“Queen / Kraliçe”) böbürlenmek için annesini malikâneye çağırdığında ortaya çıkıyor. Annesi duvarın ötesini işaret ederek şöyle bir laf ediyor: “Belki de Esther Silberman oradadır. Hani eskiden evine temizliğe gittiğim kadın var ya. (Tutuklandıktan sonra) Perdelerini almak için sokakta yapılan açık artırmaya katılmıştım ama karşı komşusu kaptı. O perdeleri çok beğenirdim.” Yani gündelikçinin ırkçı kızı Hedwig doğru ata oynayarak toplama kampının kraliçesi oluyor ve Führer’in gözde subaylarından Rudolf Höss’ten beş çocuk yapıp saraylarda konaklıyor. Rudolf mutluluk içinde kampa geri atandığını söylediğinde o kadar da heyecanlanmıyor bile, çünkü hayatında değişen pek de bir şey olmayacak sonuçta.
Filmle ilgili olumsuz eleştirim var mı, iki tane var. Söyleyeceğim ilk şey, birçok insanı şaşırtacak belki ama yazmam lazım. Bence İlgi Alanı’nın (The Zone of Interest, 2023) bir uzun metraja yetecek kadar malzemesi yok. Evet, öyle. Yönetmen Jonathan Glazer da bunun farkında. Bunun sebebi, hem soykırımla ilgili hiçbir detayı doğrudan vermeme (sadece hissettirme) kararı hem de uyarlandığı romandaki temel çatışmayı (aşk üçgeni) senaryonun dışında bırakma tercihi. Hâliyle film temel dramatik çelişkilerden yoksun. Bir süre sonra birbirini tekrar eden imgeler sıkıcı ve yorucu bir hâl alıyor, daha doğrusu, imajlar yeni bir şey söyleyemeyecek hâle geliyorlar. Statik kamera tercihi de bu hissi derinleştiriyor. Glazer bunun farkında olduğu için uzun siyah ekranlar, uzun kıpkırmızı ekranlar gibi uç tercihlere yöneliyor. Bazı planları ikiden fazla kez gösteriyor ya da (köpeğin bulunduğu planlarda ya da duvarın önündeki şaryolarda olduğu gibi) uzattıkça uzatıyor. Hatta Glazer’a bu da yetmiyor, (her katıldığı panelde, söyleşide uzun uzadıya anlatmayı sevdiği) elmacı kızın hikâyesini öyküye alakasız bir şekilde eklemliyor. Hem biçim (termal kamera) hem içerik (hiçbir yere bağlanmayan bir öykü) açısından “Ne alaka?” dedirten parçalar bunlar. Malzeme süre açısından o kadar yetersiz ki filmin finalindeki merdiven ve koridor sahnesini de uzattıkça uzatmakla kalmıyor, onu bir yabancılaşma hissi yaratacak şekilde günümüze bağlayıveriyor. 1940’larda geçen bir kurgu/kurmaca filmden birdenbire günümüzde geçen “soykırım müzesi temizliği” belgeseline atlıyor, bize uzun uzun mekân temizliği izletip, pat diye 1940’lara geri dönüyor. Mesela ben filmin bu son dakikalarındaki “kusmak isteyip de bir türlü kusamama” fikrini sevmiş olmama rağmen araya giren bu belgesel görüntülerinin dikte edici özelliği yüzünden soğudum. Bize ne hissetmemiz ve ne düşünmemiz gerektiğini buyuran bir tavır sezdim. Gülden kırmızı ekrana geçiş ve uzun süre kalışın beni açılıştaki o yaratıcı “simsiyah ekran fikri”nden soğutmuş olması gibi. Hemen her şeyi göstermekten çok ima etmeyi tercih eden anti-faşist bir film için bir nebze faşizan yönelimler bunlar. Neyse, İlgi Alanı’nın taş çatlasa 50-60 dakikalık bir malzemesi olduğunu düşünüyorum, bu filmden kusursuz bir orta metraj çıkabilirmiş. Uzun metraja yönelmek filme kan kaybettirmiş.
İkinci olumsuz eleştirim de şu: Film, soykırımı göstermekten ziyade ima etmeyi ya da dolaylı olarak hissettirmeyi tercih ettiği için bizim her şeyi bildiğimiz varsayımına dayanıyor. Nazileri, Auschwitz’i, katledilen milyonları… Yukarıda “sesini kıssanız film komple güme gidiyor” yazmıştım, şimdi de şunu diyorum, “alt yazıyı kapatsanız film komple güme gidiyor”. O yüzden filmin yönetmeni ve oyuncuları filmin birçok sahnesini her fırsatta açıklamak durumunda kalıyorlar. Mesela iyi beslenmeyen mahkûmlara gıda desteği vermek için onların çalıştıkları yerlere geceleri gizlice elma yerleştiren direnişçi kızı, gece gelen trenlerde kimlerin olduğunu, sürekli çalışan makine sesinin ne olduğunu, Höss’ün malikanesinde hizmetli olarak çalıştırılmış mahkûmların itiraflarını anlatıyorlar. Yoksa tam anlaşılmıyor. Duvarın dışından gelen sesler genelde muğlak ve boğuk. Oralara konuşma, emir, yalvarma koymuşlar ki muhteviyatını alt yazıdan öğrenelim. Çünkü ne dendiğini anlayamazsak bu ailenin çiçekli evini bir sanayi sitesine bitişik nizamdaki bir fabrikatör konutu zannedebiliriz. İlgi Alanı, Nazi zulmü ve Auschwitz hakkında eser miktarda bilgi sahibi olmamızı gerektiren bir film, aksi hâlde etkisi fevkalade zayıflar. Bu canavarların insan bedeninden yastık, battaniye ve mahkûm üniforması kumaşı, gübre ve sabun yaptığını bilmezseniz, milyonlarca masumu yok yere katlettiklerini duymamışsanız bir tür Brechtyen yabancılaşma yaratan final bloğu da etkileyiciliğini yitiriyor.
İlgi Alanı (The Zone of Interest, 2023) ışık, ses ve görüntü çalışmasıyla öne çıkan, göstermekten çok ima etmeyi, hissettirmeyi tercih eden özgün bir soykırım filmi. Tavsiye ederim.
Öteki Sinema için yazan Ertan Tunç
Post Views: 78
0 Yorum